Evimde hikâyeleri olan objeler biriktiriyorum

Yazar, romancı, editör Sibel Oral’la yazı masasının başındayız. Evin en çok yaşanan yerinde salona hâkim bir noktada konuşlanmış ayakları metal, üstü mermer bir masa. İkinci el almışlar. Yaşanmışlık, hikâyesi olan eşyalar, objeler onun için çok önemli…

Haber Merkezi |

Faruk ŞÜYÜN

Sibel Oral’ın kullandığı masanın yazı yazma dışında pek çok işlevi var. Eşi yazar Murat Özyaşar almış, “dünyanın en ağır masalarından biri! Daha önce bir restoranda kullanılmış, yani konukları olmuş bir masa” diyor Sibel. Yaşanmışlık, hikâyesi olan eşyalar, objeler onun için çok önemli… İlk yazı masasını yıllar önce evinin karşısında çöpe atılmış halde görmüş, beğenmiş, günlerce bakıştıktan sonra gidip almış. Ancak, masalarla çalışma açısından özel bir bağı yok:

“Masa, çalışırken benim için hem çok önemli hem çok önemsiz. Ben, nerede olsa çalışan biriyim, ama mutlaka masa olacak, bunun bir çalışma masası olması gerekmiyor” diyor.

“Burası benim mutfağı, hatta her şeyi yönettiğim yer. Kızım Mavi Lorin burada ödev yapıyor, film izliyor. Onunla yemek yiyor, kek pişiriyor, resim ya da seramik yapıyoruz masanın üzerinde. Aynı zamanda kitaplarımı da burada yazıyorum. Hiçbir şey yapmıyorsam, boş boş durmak için de masayı tercih ediyor, koltuklara çok nadir oturuyorum. Bazen sallanan sandalyeye geçiyorum, çünkü durduğu köşeyi ve yanındaki sehpayı seviyorum. O da daha önce yaşanmışlıkları olan bir sehpa, antikacı bir hanımdan almıştım.”

Aslında masanız, objelerle dolu bu oda, diyorum. Eskicilerden, antikacılardan alınmış şinanaylar, şamdanlar, damgalı porselenler, kutular, karaflar… “Ve o objelerin hikâyeleri var. Aldığımda benimle bir hikâyesi daha oluyor ya da o, benim hikâyeme tanık oluyor. Ben bunu çok kıymetli buluyorum” diye devam ediyor.

Meselâ eski bir saat:

“Benim için çok çok önemli bir saat. ‘İşitiyor musun Memet’ kitabını yazar ve yaşarken sürekli Büyükada’ya Mehmet Hikmet’in artık olmadığı, yaşamadığı evine gidiyordum. Sizin bu söyleşilerde yaptığınız gibi orada, kullandığı eşyalarda, objelerde ipuçları yakalamaya, kafamda bir Mehmet portresi çıkarmaya çalışıyordum. Bir süre sonra evi mahkeme kararıyla mühürlendi. Artık içeri giremeyecektim. Ben yine de eve sürekli gittim, etrafında dolaştım. Karşı kaldırımda elimde defterim kitaba çalıştım. Bazen eskiciler geçiyordu sokaktan onları da Mehmet’in eskiyi, antikayı, zanaatı sevme hikâyesiyle birleştiriyordum. Bir gün yine evinin yakınlarında yürürken kırılmış mobilyaların eski püskü şeylerin olduğu bir yığın gördüm. Bir şey beni ona doğru çağırdı. Herhalde birisi ölmüş, eşyaları da çöpe atılmıştı. Şöyle bir karıştırınca bir kutu içinde bu saati gördüm. Dedim ki bu bir işaret! Çünkü ben bu saatin bir benzerini Mehmet’in eski bir fotoğrafında da görmüş, peşine düşmüş ama bulamamıştım. Almak istedim, ama bir suçluluk duygusu geldi. Sonra ‘başıma ne gelirse gelsin zaten atmışlar’ dedim ve aldım. O günden sonra onu hep karşıma koydum ve kitabı yazarken baktım. Uyan bir anahtar bulup kurdum, ‘tıkır tıkır tıkır’ çok güzel bir sesi vardı. Yazarken dinlemek bana çok iyi geliyordu. Karşılaşmalara inanıyorum, insanların karşılaşmasına da bir objeyle karşılaşmaya da… Bu saat çok önemli, adını da Memet koydum zaten.”

Bir de tavus kuşu tüyü var:

“Arkadaşları Mehmet’in birinci ölüm yıldönümünde evinde onu anmışlardı. Bu tavus kuşu tüyü de yatağının başucunda duruyormuş. Onu bana getirdiler ve benim için çok önemli…”

Sibel Oral’la masasının başında çıktığımız yolculuğa gümüş minik sunum tepsisi içindeki gümüş çay kaşıkları ve şeker tutacağı ile devam ediyoruz. Yine hikâyesi olan şeyler, bir aile hikâyesi:

“Dört beş yıl önce aile hikâyemi merak etmeye başladım. En çok da annemin ailesininkini… Annemin anneannesi mübadelede Girit’ten gelmiş. Anneme, büyük teyzeme sormaya başladım. Teyzem anneannesi İkbal Hanım’ın hikâyesini anlatmaya başladı. Hikâyede Marika diye bir isim geçiyordu. Arkadaşlarıymış, birlikte gelmişler oradan buraya. 30’larında kanserden ölmüş. Marika ismini hafızama kaydettim. ‘Zayi’ adında bir romanın var; bir bölümü Gökçeada’da geçiyor, oradan gönderilen Rumlardan birinin hikâyesi de anlatılıyor. Kitabı yazarken onun ismini Marika koymuş, biraz ailemden dinlediğim Marika’nın hikâyesini de katmıştım.

Marika’yla ilişkimin o kitapla bittiğini sanıyordum. İki ay önce teyzemle anneme gittim, yurtdışında yaşayan anneannem de gelmişti. Çocukluk anılarını anlatmaya başladı ve Marika’dan bahsetti. Bu gümüş takım onunmuş. Teyzem, 100 küsur yıldır bizde olan bu takımı bana hediye etti. O kadar mutlu oldum ki… Ne hissettim biliyor musunuz? Bu kaşıklara karşı bir aidiyet. Ve kendimi güvende hissettim. Bu kaşıklar başka bir ülkeden gelmişler, üç kadının evinden, elinden geçmişler. Bu sürecin anlatacağı bir sürü şey var. Ve ben, bunları aldığımdan beri içinde onların olduğu bir şey yazacağımı, bunların bana veya benim onlara eşlik edeceğimizi düşünüyorum. Hiçbir şey için de acele etmiyorum, onlar kendi zamanlarını kendileri belirleyeceklerdir.”

Yazma bir süreç, Sibel Oral da yazmaktan çok bu süreci yaşamayı seviyor, derin yaşıyor. Bu sürecin kayıtları da yıllardır not aldığı defterlerde:

“Anlık notlar alıyorum. Aynı anda kullandığım birkaç defterim var, elime hangisi gelirse onlara yazıyorum. Ben, bu dağınıklığı çok seviyorum. Çünkü kendi metnimi yazacağım zamanlar kafam da dağınık. Onları toparlama hali bana çok iyi geliyor. Karşılaşmalar benim için çok önemli demiştim ya defterlerde meselâ üç yıl önce yazdığım bir cümleyle karşılaştığım zaman bende bir şeyler açıyor veya kapatıyor.”

Hayatımızın da özeti bu değil mi?

Binance eski CEO'su Zhao'ya hapis cezası Eksun Gıda'dan 413 milyon lira net kar Bira Partisi kurdu yüzde 8,3 oy aldı: Yeni hedefi parlamento! Simit fiyatında bakanlık onayı zorunlu hale geldi Kurtulmuş yeni anayasa görüşmelerine CHP ile başladı Kapalıçarşı'da altın fiyatları düşmeye devam ediyor