Bir insanlık borcu

Dr. Uğur TANDOĞAN NOT DEFTERİ

Bir anı                                                

Çanakkale-Ayvacık yolu yormuştu. Yol duble yol, ama arabayı otomatik seyir hızına bağlayıp gidemiyorsunuz. Çünkü o kadar çok yol ayrımı var ki. Eğer benim gibi trafik kurallarına uyan birisi iseniz her ayrımda hızı düşürüyor ve sonra artırıyorsunuz. Üstelik bazı yerlerde hız kısıtlamasının bittiğini bildiren işaret de yok. Şimdi düşünün: hızınızı 50 kilometre altına düşürmüşsünüz. Öylece gidiyorsunuz. Ortada bir canlı ya da yandan giriş yok ama siz öylece gidiyorsunuz. Ancak bir dizi hız azaltma levhalarını “90, 70, 50” görünce ya da sizi hızla geçenler olunca anlıyorsunuz ki, hız normale dönmüş. Peki, ben niye hâlâ 48 kilometre ile gidiyordum diye düşünmekten, kendinizi sorgulamaktan yoruluyorsunuz. Bir de arada Ezine girişi ve çıkışı var. Şehir girişlerine elektronik hızölçer konmuş. Evet, yerleşim bölgesi, azami hız 50 km. Ama hızölçer, Japon turist gibi; her gördüğü araba için fotoğraf çekiyor. Örneğin, hızınız 48 km idi; ama flaş patladı fotoğraf çekildi. Merak ediyorsunuz: acaba alet mi bozuk yoksa benim arabanın hız göstergesi mi? İşte böyle geçen bir yolculuk beni yormuştu.

Ayvacık’a girince hadi bir yorgunluk kahvesi içelim dedik. Her zaman önünden geçtiğimiz kahve önünde durduk. Bir masaya da biz çöktük. Servis hızlı idi. Kahveci ocaktan çıkıp geldi. Masayı şöyle bir sildi ve  “Buyrun ne içersiniz” dedi. Ben de “Türk kahvesi var mı?” diye sordum. Kahveci suratında bir mutluluk ifadesi, gururla cevap verdi “Olmaz olur mu? Var, hem de kömür ateşinde ve bakır cezvede”.

Kahveler de hızlı geldi. Gerçekten durduğumuza değecek nitelikte bir kahve idi. Ayvacık polisini düşündüğüm için eşime, “Kahveleri içtik. Hemen kalkalım” dedim. Çünkü Ayvacık polisi görevine haddinden fazla meraklıdır. Ortalık bomboş da olsa, çölün ortasında park etmiş tek araba da olsanız, her an polis arabasının hoparlöründen “34 FFK…” plakalı araba; arabanızı bulunduğu yerden çekin” sesini duyabilirsiniz. Boş fincanları almaya gelen kahveciye “Bir kahvenin kırk yıl hatırı olur derler. Ama kahve gerçekten güzelmiş. Bunun hatırı 41 yıl; elinize sağlık” dedim. Sonra da hemen sordum: “Borcumuz kaç lira?”. Kahveci fincanları alırken gülümsedi ve “Sen ödeme abi” dedi. Gerçekten de verdiğimiz parayı almadı. 

Bir yorum

Alış-veriş bir değiş-tokuştur. Bir tarafta satıcı, diğer tarafta alıcı vardır. Müşteri iseniz satın aldığınız bir nesne veya hizmet karşılığı bir para verirsiniz. Ama aldığınız şey karşılığı olarak verdiğiniz para, her zaman yalnız başına yeterli değildir. Paranın yanında bir şey daha vermeniz gerekir; o da takdirdir. Ve o takdir, bazen paradan daha değerlidir. Yukardaki yaşanmış olay, bunun güzel bir örneğidir.

Ne yazık ki, insan olarak kötü bir alışkanlığımız var. Bir şeyi beğenmediğimiz zaman bunu anında bildiriyoruz, şikâyet ediyoruz. Ama takdir konusunda çok tutumluyuz. Bu tutum müşteri iseniz de böyle, bir yönetici iseniz de böyle, bir işveren iseniz de böyle.

Eğer müşteri iseniz “Parasıyla değil mi? Aldığımızın karşılığını para olarak verdik zaten. Bir de teşekkür mü edeceğiz yani?” yaklaşımı yanlıştır. Eğer bir yönetici ya da işveren iseniz “Maaşını veriyoruz. Bir de takdir mi edeceğiz yani” tutumu doğru bir tutum değildir.

Şunu unutmamak gerekir: Hizmeti ya da malı bir makineden, otomattan almıyorsunuz. Karşınızda paranızı atıp, düğmeye basınca malın aşağıya düştüğü otomatik satış makinesi, otomat yoktur. Size satış yapan ya da hizmet veren de bir insandır, onun da duyguları vardır. Hele hizmet, bir gönül işidir. “Parasını veriyorum, bana hizmete mahkûm” diye bakmamak gerekir. Size hizmet edenleri takdir etmelisiniz. Teşvik etmelisiniz. En azından teşekkür etmelisiniz. Bunun size ekstra bir maliyeti de yoktur. Ve bu bir insanlık borcudur.

Tüm yazılarını göster