Bir mekân, bir insan, bir ömür… Birkaç dize kalırsa ne âlâ!

Şair Adnan Özer’in İstanbul’la ilgili hatıralarını anlattığı Benim Taşlıtarlam kitabının geçtiği Gaziosmanpaşa’daki evindeyiz. Çalışma odası, yazı masası, salon, aslında her yer kitapların sardığı bir orman.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME
Bir mekân, bir insan, bir ömür… Birkaç dize kalırsa ne âlâ!

Herhalde 40 senedir tanıyorum Adnan Özer’i. 1980 kuşağının önemli şairlerinden. Bunun yanında 1979’dan beri zor koşullarda ısrarla sürdürdüğü yayıncılık tutkusunu hayranlıkla izliyorum. Özellikle İspanyol edebiyatından yaptığı çevirilerle de edebiyatımızda önemli bir boşluğu doldurdu. Benim de içinde bulunduğum jüri, Çeviri Kitap Ödülü’nü Pablo Neruda’dan çevirisi ‘Evrensel Şarkı/Canto General’ nedeniyle ona verdi.

İstanbul ile ilgili hatıralarını anlattığı ‘Benim Taşlıtarlam’ kitabının geçtiği Gaziosmanpaşa’daki evindeyiz. Çalışma odası, salon, aslında her yer kitapların sardığı bir orman. Çalışma masasında kitaplardan fırsat bulup bilgisayarını koyduğu küçük bir alan var. Salonda ise büyükçe bir masa. Ondan söz ederken “orası, tefekkür tarafı” diyor. Önce ortamı konuşuyoruz:

“Ben, lüks bir ortamda yazamam. Kitapsız bir ortamda da. Çok denedim, olmuyor. Burada, milyonlarca harf, kelime içinde olmak bir yerden sonra bir düzen veriyor. Onu bulmayınca rahat edemiyorum. O kitapları okuyup okumamam önemli değil. Meselâ romanların hepsinden tattım, ama tamamen okuduğum azdır. Ben, deneme okumayı seviyorum. Bu bana Cağaloğlu’ndaki büyüklerimden geçti. Onların yanında çırak olarak duruyordum. Yanımda deneme kitabı olmazsa rahat edemem.”

Tefekkür tarafından da söz etsek:

“Dedim ya o masa tefekkür tarafı, tabii televizyonu kapatabildiğim sürece. Bazen televizyonla mücadelem oluyor, hani rejim yaparız ya onun gibi; meselâ 20 gün açmıyorum. Bu arada bir şeyler gelişiyor ve ben ona uygun olarak birtakım kitapları masaya yığıyorum. Evde olmayanları da kitapçılardan alıyorum… Okumalarım öyledir. Bu süreç bitince bir aydınlanma sürecinden çıkmış gibi oluyorum.”

Ya sonra?

“Belki şiirde bir dize oluyorlar ya da yeni bir fikir. Yani o masadaki zamanlar hülyalanma dönemlerim.”

Bu arada notlar alıyor musun?

“Bir huyum var, hiçbir kitabın altını çizemem, kıyamam. Dolayısıyla bazı şeyleri unuturum. Bir sürü defterim vardır, ama çoğu boştur, yine yazmaya kıyamam! Kâğıtlara yazar çekmecelere koyarım. Kurşunkalemlerim hep masadadır, ama genelde onları da kullanmam. Bir de saman kâğıtlarım olur. Kurşunkalemle birlikte temel yapı maddeleridirler benim için. Onlara da kıyamıyorum. Ahşap ve selüloz beni doku olarak etkiliyor.”

Bâbıâli’nin tozu da önemli. Yutan kurtulamıyor? Senin serüvenin nasıl başladı?

“Sanat Emeği dergisinde çırak olarak. Yaşar Miraç’la Yeni Türkü Yayınevi’ni kurduk. Bu dönemde Memet Fuat yayıncılığı tavsiye etmedi, ‘ama editörlüğü öğren’ dedi. Yeni Türkü akamete uğrayınca cüret edip Üç Çiçek Yayınevi’ni kurduk. Her şey amatördü. Yolda öğrendim ne öğrendiysem. 24 yaşındaydım Cağaloğlu’nda bir odayı ofis olarak tuttuk, ilk defa masam oldu. Oturdum ve kendimi editör ilan ettim! Hep öğrenmeye çalıştım. Bugün bir kitabın baskıya kadar bütün aşamalarını tek başına yapabilecek durumdayım. Ve sonuçta toplam 12 yayınevi kurdum, 10 da dergi…”

Sen, Pablo Neruda hayranısın. Ödül verdiğimiz kitap da muhteşem bir çeviriydi. Latin Amerikalı yazarlara tutkun nasıl başladı?

“Henüz 13 yaşındayken - ilk dergi alışımdı herhalde - Milliyet Sanat dergisinde Neruda’nın birkaç şiiri çıkmıştı, okur okumaz delirdim. Neruda’nın en çok sevdiğim kitabı ‘20 Aşk Şiiri ve Mutsuz Bir Şarkı’dır. Yıllar sonra ben de çevirdim. Onun bulabildiğim baskılarını toplamaya başladım. Sonra baktım bu koleksiyon işi bana göre değil, dünyada en çok çevrilen şairlerden birisi. Ama kitap toplama sevdam sürüyor. Odada bir bölüm Latin Amerika ağırlıklıdır ve çoğunu oradaki sahaflardan almışımdır. Meselâ César Vallejo’nun bir kitabı var onu San Salvador’dan içinde kurutulmuş çiçekle beraber aldım. En değerli nesnelerimden biridir.”

Masadaki objelerin çoğu Latin Amerika’dan. Neler bunlar:

“Hugo Chávez’in fotoğrafı. At başı da oradan. Karakas’ın derinliklerinde bir antikacıda bulmuştum. Fotoğrafı imzalatamadım, o gün sadece uzaktan bir resepsiyonda görmüştüm. İkinci gidişimde, ki dünyadan davetli 27 yazar ve şairdik, Türkiye’den bir tek ben vardım. Altı saat süren bir Ulusa Sesleniş konuşması yaptı. Bu arada katılan her yazarla tek tek muhabbet etti. Bana gelince babaannesinden söz etti. Babaannesinin ona şiir okuduğunu bu nedenle şiiri çok sevdiğini söyledi. Bir de Çanakkale’den bahsetti, çok duygulandım. ‘Biz sizi biliyoruz, bağımsızlığınıza Venezuelalılar gibi çok önem veriyorsunuz’ dedi.

Küçük tumba, Küba’dan. 1978 Havana hatırası.

Kuş şeklinde saç tokasını Amazonlarda bir semt pazarından aldım. Seramik kuşlar ise Venezuela’dan.

Resimler, Meksika yerlilerinin. Ağaç kabuğu üzerine yapıyorlar.”

Evin içindeki objeleri konuşsak bir gün sürer herhalde. Masanın üzerine seçtiklerimizi de kısa kısa anlatır mısın?

“Divit takımı, Semih Lütfi Kitabevi’nden. Varisler bunları âdeta atarlarken kütüphaneci olan kız kardeşim tarafından kurtarılıp bana hediye edildi.

Daktilo, öğretmen olan rahmetli amcamındı, ben de kullandım.

Tahta kutunun içindeki tahta ciltli kitabı Pekin Kitap Fuarı’nda klasik kitapları sergileyen bir stanttan armağan vermişlerdi. Modern dönem öncesi kitaplar böyleymiş.”

Âsa ile bitirelim mi?

“Makedonya Yazarlar Birliği’nin geçen yıl verdiği Yabancı Yazar Ödülü: Edebiyat Âsası. İlk defa bir Türk’e verildi.”

Son cümlen?

“Bir mekân bir insan, işte böyle bir ömür. Birkaç dize kalırsa ne âlâ.”