Fabrika ayarlarına dönme işine bankacılıkla başlanabilir!
Bu köşeyi takip edenler, bundan iki hafta önceki yazımda ekonomide kalıcı düzelme yaşanması için “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin uygulanması gerektiğini savunduğumu hatırlayacaklardır. Yazının üzerinden iki hafta geçti ama Türkiye resmen bir çağdan başka bir çağa girdi. O akşam Merkez Bankası Başkanı görevden alındı, iki gün sonra da malum, Sayın Albayrak istifa etti. Hesap verilebilirlik, şeffaflık, adillik kavramları havalarda uçuşmaya başladı. Bu arada da hukuk ve demokrasi reformu yapma ihtiyacı fark edildi. Bunların bütününe baktığımızda bir paket şeklinde değerlendirmemiz gerekir. Bu paketin özünü de;
“Eyy batı dünyası, biz sizin değerlerinize geri döndük. Kendi yöntemlerimizle birkaç yıllık bir parantez açmıştık ama bu parantezi artık kapatıyoruz. Türkiye’ye yatırım yapabilirsiniz.” mesajıyla özetleyebiliriz. Bu konuyu burada bırakıp biz iki hafta önce kaldığımız yere geri dönelim.
Kuvvetler ayrılığıyla ilgili yazımda bu ilkeye uyulmamasından kaynaklı olarak biriken riskleri bir sonraki yazımda detaylandıracağımı belirtmiştim. Araya bu kadar olay girince yazı da bir hafta gecikti. Şimdi sırası. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulanmaması ve bütün karar alıcı ekonomi kuruluşlarının tek bir yerden yönetilmesi kendisini en fazla bankacılık sektöründe hissettirdi. Hele ki ülkemizdeki gibi kamu bankalarının sektördeki ağırlıklarını düşündüğümüzde bu etki daha elle tutulur hale geldi. Aslında Türkiye ekonomisi zora düştüğünde, banka kredilerini artırmaya başvurmak bu yıla özgü bir uygulama değil. Mesela biz bunun benzerini 2017’de de yaşamıştık. KGF(Kredi Garanti Fonu) teminatı marifetiyle kredi genişlemesi yaşanmıştı.
Kredi büyümesine bağlı zorunlu karşılık uygulaması
Asıl önemlisi geçen yıl Merkez Bankası zorunlu karşılık uygulamalarında bir değişikliğe gitti. Zorunlu karşılık, kabaca bankaların mevduat gibi yükümlülüklerinin belli bir oranında Merkez bankasında para tutmaları anlamına geliyor. Bankalar ne kadar çok karşılık ayırırlarsa o kadar dezavanatjlı konuma geliyorlar. Çünkü bu paraları zorunlu karşılık olarak Merkez bankasında tutmasalar, kredi verebilecekler ve buradan da faiz geliri elde edecekler. Aslında zorunlu karşılık Merkez bankasının bir para politikası aracı. Merkez bankasının da asli görevi fiyat istikrarını sağlamak. Yani enflasyonu kontrol altına almak. Merkez bankası enflasyonla mücadele etmek istiyorsa zorunlu karşılıkları da artırır. (Bunu diğer bütün faktörler sabit varsayımı ve soyutlamasıyla söylüyorum). Çünkü daha çok zorunlu karşılık daha az kredi anlamına gelir. Daha az kredi de daha az talep ve fiyatlarda göreceli bir düşüş şeklinde sonuç verir. İşte kuvvetler ayrılığının bozulması ve sonuçlarının en çarpıcı örneği geçen yıl Merkez bankasının zorunlu karşılıkları banka bazında farklılaştırmasıyla ortaya çıktı. Peki neye göre farklılaştırdı? Kredi büyümesine göre. Bankalara dedi ki; “Eyy bankalar, benim sizden istediğim kadar kredi büyümesi sağlarsanız daha az zorunlu karşılık ayırırsınız ve ayırdığınız karşılığa faiz veririm. Ama kredilerinizi benim dediğim kadar büyütmezseniz daha çok karşılık ayırırsınız ve bu karşılığa da faiz alamazsınız.” Yani bir bakıma bankaları kredi vermeye zorladı, aksi takdirde de cezalandıracağını belirtti. İşin ilginci bu uygulama Merkez bankasının ana amacı olan enflasyonla mücadelede başarısız olduğu bir dönemde hayata geçirildi. Yani bir kurum kendi hedeflerine ulaşamaz durumdayken, hedefine ulaşmayı tamamen zorlaştıran bir uygulamayla karşımıza çıktı. İşte bu kuvvetler ayrılığının bittiğinin en önemli resmiydi. Yani anlayacağınız salgın zamanında olağanüstü şartlar vardı, bu yüzden olağanüstü önlemler almak zorundaydık, onun için kurumlar görevleri dışında hareket ettiler savı doğru değil.
Aktif rasyosu miadını doldurdu
Salgın döneminde yukarıda bahsettiğim kredi büyümesine dayalı zorunlu karşılık uygulamasının yanına, aktif rasyosu uygulaması eklendi.
Aktif rasyosu BDDK tarafından hayata geçirildi. Bu uygulamaya göre; bankalar daha fazla kredi verecek, daha fazla menkul kıymet alacak(bunların büyük kısmı devlet tahvili), Merkez bankasıyla daha fazla SWAP işlemi yapacak, daha az TL ve özellikle yabancı para mevduat toplayacaklardı. BDDK’nın web sitesinden aldığım misyon cümlesini aşağıda paylaşıyorum. Aktif rasyosuyla yapılmaya çalışılanlarla misyon arasında bağlantı kurmak çok zor. Biz yıllardır BDDK’yı bankaların daha az risk almalarını sağlayan bir kurum olarak bildik. Hem kredi riski, hem kur riski, hem likidite riski anlamında belli kısıtlar koyarak bankaların ve doğal olarak da sistemin daha sağlıklı hareket etmesini sağladı BDDK.
“Bankacılık Kanunu ve ilgili diğer düzenlemelerde belirtilen görev ve yetkileri çerçevesinde düzenleme ve denetimi kapsamındaki kuruluşların faaliyetlerini güvenli ve sağlam şekilde gerçekleştirmesini, kredi sisteminin etkin şekilde çalışmasını, tasarruf sahiplerinin hak ve menfaatlerinin korunmasını sağlamak ve bu sayede finansal piyasaların gelişmesine ve finansal istikrara katkıda bulunmaktır.”
Kamu bankalarının ağırlığındaki tehlikeli artış
Bir diğer önemli değişiklik de kamu bankaları vasıtasıyla daha fazla kredi kullanımı gerçekleştirilip bankacılık sektöründeki kamu-özel bankalar ağırlığının kamu lehine değiştirilmesi oldu. Aşağıdaki tabloda 2018 başından bugüne kamu bankalarının toplam krediler içindeki payının artışını görebilirsiniz. 2018 Ocak’ta %36 oran bu oran 2020 Kasım’da %46’ya yükselmiş. Özel bankalar da doğal olarak %64’ten %54’e düşmüş. Bu kadar büyük bir sektörde bu kadar kısa zamanda böylesi bir değişim bütün ülke ekonomisi açısından çok önemli.
Banka Kredi Kompozisyonu
Bu köklü değişimin sonuçlarının neler olabileceği konusunda henüz fikir sahibi değiliz. Çünkü bankacılıkta para satmak domates satmaya benzemez. Domatesi satarsınız, bir daha da alan kişiyle hiç görüşmeseniz de olur. Ama finansal piyasada ve özellikle bankacılıkta diğer piyasalardan farklı olarak paranın satılması kadar geri alınması da çok önemlidir. Biz henüz son dönemde özellikle kamu bankaları tarafından verilen kredilere ilişkin geri ödeme performanslarının ne şekilde gerçekleşeceğini bilmiyoruz. Bununla birlikte bu kadar kredi vermeye zorlanan özel bankalar bile eskiye nazaran daha düşük kredibiliteye sahip firma ya da kişilere krediler verdiler. Çünkü kredi verebileceğiniz havuz belli. Kamu otoritesi de size daha fazla kredi verin şeklinde baskı yapıyorsa, mecburen rekabet içinde eleyicilik kabiliyetiniz azalacaktır. Özel bankalar bir tarafa, kamu bankalarının kararları direkt olarak vatandaşları ilgilendiriyor. Operasyonlar olması gerektiği şekilde yönetilmezse bir süre sonra sermaye enjekte edilmesi gerekiyor. Bu sermaye de bizim vergilerimizden sağlanıyor. Aslında burada vergi verenlerden ucuz maliyetle kredi kullananlara bir kaynak transferi gerçekleşmiş oluyor.
Her alanda yapılacağı iddia edilen reformlara belki de en kolay alan olan bankacııktan başlanabilir. Çünkü bu konuda zaten başarılı olduğumuz bir geçmişimiz var. Yeniden yöntem aramaya gerek yok. Kamu bankalarının piyasa bozucu fiyatlamalar yapmalarına son verilsin, merkez bankasının kredi büyümesine bağlı zorunlu karşılık uygulaması sonlandırılsın, aktif rasyosu kaldırılsın, BDDK ve Merkez bankasının eski gücü ve itibarı iade edilsin şimdilik yeterli olur diye düşünüyorum.