‘Kız neşesi’ benim can simidim

Gila BENMAYOR
Gila BENMAYOR Nasıl Bir Sanat?

O, Türkiye’nin çok satan, bol ödüllü kalemlerinden… Kitapları on dile çevrilmiş bir roman, öykü ve gezi yazarı… Aynı zamanda çevre konularına kafa yoran bir bilim insanı… Buket Uzuner ile kadın olmak, edebiyat ve hayat üzerine: “İyisi, kötüsü olan bir Havva kızıyım…”

Buket Uzuner ile arkadaşlığımız uzun yıllara dayanıyor.  Hele yıllar önce Fas’a gazeteci yazar, kadın hakları aktivistleri ile birlikte seyahatimiz unutulmaz anılar arasında. Casablanca’da ünlü Ricky’s Bar’da aradığımızı bulamamanın hayal kırıklığı, Marakeş’in ara sokaklarında yağ içinde yüzen balıklara yumulmamız, kadınlara “ma gazelle” yani “ceylanım” diye seslenen Faslı erkeklere dalga geçişimiz bugüne kadar her buluşmamızda kıkırdama nedeni. İşte öyle yine kıkırdayarak başladığımız Buket Uzuner ile sohbetimiz…

Sevgili Buket ‘Kız Neşesi’nden başlayalım. Bu sevimli deyiş epeydir senin dilinde bildiğim kadarıyla ama son dönemlerde çok popülerleşti. Sloganlaştı. Yıllar önce, her şeye kıkır kıkır güldüğümüz Fas yolculuğumuzda bu ‘Kız Neşesi’ bize hep eşlik etmişti. Kız Neşesi’yle ilgili ne söylemek istersin?

Evet, ‘Kız Neşesi’ yıllardır âdeta cankurtaran simidi gibi yanımda taşıdığım bir kavram ve pek çok kadın gibi beni de boğulmaktan kurtardığına birçok kez tanık oldum.

Bu soyut kavramın varlığı insanlık için öyle kesin ki, bunun farklı adlarla dünyanın pek çok yerinde binlerce yıldır kullanıldığına eminim fakat Türkiye’de sık sık kullandığım ve kadınlara kendi güçlerini anımsattığım için -ne mutlu ki- benim adımla anılıyor. Evet çok haklısın, ben de anımsadıkça hâlâ gülümserim bizim o hep beraber Akdenizli Kadın Yazarlar Toplantısı için Fas’a gittiğimizde oradaki sorunları ‘Kız Neşesi’yle kıkır kıkır çözdüğümüz o güzel geziyi.  ‘Kız Neşesi’, kadınların türün devamını sağlayan güçlü ve zeki cinsiyet olarak doğuştan sahip oldukları büyük enerji, dayanıklılık, çözüme odaklı düşünme, hayatta kalma ve yaşatmaya yönelik umut yani aynı anda çoklu düşünebilme

ve çoklu eyleme katılabilme yetisidir. Kadın, gökteki yıldızlara, kuşlara, yerdeki hayvanlara, otlara, ağaçlara ve çocuklara ad verendir, rüya tabirine hayvan ve bitki sembolleri yerleştirip, çömlekten kilime bunları çizen, dokuyandır. Dolayısıyla kadın ilk öyküyü kuran, ilk destanı söyleyen yani hayal gücü ve sözel yeteneğiyle edebiyatın, estetiğin kurucusu, her anlamda doğurgan olarak yaşamın devamını sağlayan o karbondan daha güçlü büyük enerji kaynağı ‘Kız Neşesi’nin sahibidir. Kadın, aynı anda birçok işi bir arada yapabilen çok işlevli, birçok ara sesi duyabilen, ara rengi görebilen, ayrıntıları kaçırmayan, çocuk büyütürken aynı zamanda başka birçok işi de kotarabilen, yemek hazırlarken dans edebilen, temizlik yaparken şarkı söyleyip, şirket yönetirken ertesi günün ev ve çocuk katmanlı planlarını düşünebilen çoklu zekâ sahibi, kadın tabiatın insanlığa dünyaya en büyük armağanıdır. İşte ‘Kız Neşesi’ bunların tümünün adıdır.

Yazarlığın ile biliniyorsun ama aynı zaman bir bilim insanısın. Hacettepe’de biyoloji eğitiminin ardından yurt dışında çevre bilim eğitimi aldın. ODTÜ’de araştırmacı olarak çalıştın. Bilim insanı yolunda devam etmek yerine neden edebiyat?

Ben bilimden hiç vazgeçmedim, bizzat bilimden hayatımı kazanırken de öyküler yazıyor ve yayınlıyordum. Fakat otuz yaşlarıma geldiğimde, insanın aynı zamanda iki işte birden gerçekten iyi olamayacağını, bir hayatın bir işe adanırsa iyi olma şansı doğduğunu önemli bilim insanları ve edebiyattaki usta yazarların yaşamlarına bakarak anlamaya başlamıştım. Örneğin, Einstein 6 yaşından beri keman çalıyordu ama hayatını bilime adadı. “Eğer ki bir bilim insanı olmasaydım, bir müzisyen olurdum. Müzik yapmadan geçen bir hayatı hayal edemiyorum. Güpegündüz müzik içerisinde hayallere dalabilirim. Hayatımın en büyük keyfi müziktir.” demiş. Kendisi benim gibi bir biyolog olan ödüllü kadın edebiyatçı Barbara Kingsolver da “iklim-kurgu” türünde romanlarıyla tanınan tam zamanlı bir yazar, fakat bilimle ilişkisi sürmektedir. Bir de benden önceki kuşaklardan önemli Amerikalı kadın biyolog ve çevre felsefecisi Donna Haraway var anmak istediğim. Onun gibi ben de “daha iyi bir dünya için bilimden yararlanmak” istiyorum. Bu nedenle yaşadığım sürece amatörce ekoloji ve sinirbilim çalışmalarını yakından takip edeceğim. 

Çevre bilimci olarak iklim krizi senin çok gönlünde olan bir şey. Hükümetler düzeyinde sözüm ona yıllardır önlemler alınıyor ama bir arpa boyu yol alınmadı. Dünyanın en sıcak yılları 2010- 2022 arasında. 2024 yılının rekor kırması bekleniyor. Türkiye’de sesini duyurmaya çalışan bir avuç insan arasındasın. Farkındalığın artması için ne yapılmalı?

Şimdi bu soruna karşılık, insanların, çevre veya iklim sorunlarının tarım, gıda, kıtlık, sel, hava kirliliği, kanser, göç, mültecilik hatta savaşa neden olduğunu anlamaları iki yüzyıl aldı, desem abartmış sayılır mıyım? Buna karşılık birisi de haklı olarak: tabiatı sadece para ve güç kaynağı cansız bir mal olarak gören iş dünyası, tüccarlar, şirketler ve onların desteklediği iktidarlar farklı çağlarda ve kültürlerde daima olmuştu, diyebilir. Evet ama bu yüzyılda dünyada tüm zamanlardan farklı olan şey, çevre sorunlarına neden olan iklim değişikliği artık büyük oranda insan faaliyetlerinin sonucu oluşmasıdır. Şu anda dünyada tıpkı yüzlerce yıldır olduğu gibi neredeyse hemen hepsi “yaşlı erkeklerden” oluşan iktidarlar, çevre ve iklim sorunlarıyla samimi olarak ilgilenmiyorlar. Biz güneş ve rüzgâr kaynaklarının cenneti bir coğrafyada maalesef aynı açmazın tam içindeyiz. Bir ülkede enerji için suyu kesilen deresine, turizm uğruna binlercesi sökülen ağacına, yasaklanan yerli tohumuna, kirlenen havasına sahip çıkan insan sayısı caydırıcı ağırlıkta olursa bunun mutlaka bir karşılığı oluyor. İşte bir toplumda tabiatın katledilmesine göz yumanların sayısının neden çoğunluk olduğunu iyi kavrayıp, suçlayıcı olmak yerine çözüm üretmek gerekir.

DURRELL’İ OKUDUĞUMDA BÜYÜLENDİM

Su, Toprak, Hava ve Ateş’ten oluşan ‘Tabiat Dörtlemesi’ni yazmak 16 yıllık bir çalışmayla tamamlandı. Uzun bir araştırma ve yazma süreci. Durrell’in ‘İskenderiye Dörtlüsü’nden etkilendiğini söylemişsin bir konuşmanda. Durrell’in bu dörtlemesi seni tam olarak nereden yakaladı?

İskenderiye Dörtlüsü’nü Ülker İnce’nin muhteşem çevirisiyle okuduğumda gençtim ve büyülenmiştim. Zaten André Acıman da: “Justine’i 1967’de okuduğumdan beri aynı kişi değilim” demiş. Biliyorsun, roman birçok hikâyeyi birbirine nasıl bağlayacağınla, yani kurguyla ilgili bir sanat. Durell bunu sadece zamana ve uzama yaymakla kalmamış, dili de cesur kullanmış. O zamanlar “Kumral Ada Mavi Tuna” romanını yazmaktaydım ve karakterleri dört romana ve zamana yaymanın ne büyük bir ustalık ve cesaret isteyeceğini düşünürken bile heyecan ve endişeden bayılacak kadar nefessiz kalmıştım. O yüzden ‘Tabiat Dörtlemesi’ içerik, dil ve edebî değerler dışında, aslında benim kendime bir çeşit meydan okumam da sayılabilir. Bak iyi ki hatırlattın, anneliğin ilk acemilik döneminde bana sık sık değerli bilgi desteğiyle yardımcı olan Ülker Hanım’a ‘Tabiat Dörtlemesi’ni yollayıp, fikrini sorayım. Ne de olsa edebiyat çevirmenleri yazarı annesi kadar tanıyan insanlardır.

Bu arada epeydir gezi kitapları yazmıyorsun. Gezi kitaplarına tekrar dönmek ister misin?

Gezi yazısını, gezi edebiyatından ayıran, edebiyatçının gezilerini edebî bir üslupla anlatması, atmosfer yaratması ve insan-dışı canlılara da kişilik özelliği katmasıdır. Sosyal medyanın popülerleşmesi ve seyahat olanaklarının artmasıyla, herkes gezdiği kent ve ülkelerin popüler mekanlarını, yemeklerini, manzaralarını paylaşıp, Wikipedia veya başka kaynaklardan kopyala- yapıştır yaparak “içerik üreticisi” adlı bir meslek icat etti. Birbirine benzer fotoğraf ve bilgilerden öyle sıkıldım ki, ben (solo woman traveller) Solo kadın gezginliğe devam ediyor ama sadece kendime Moleskine defterlere yazıyorum. 

MERAKLI ŞEFKATLİ AMA UYUMSUZ

Geçenlerde kaybettiğimiz edebiyatçı Mario Levi iyi arkadaşındı. Onunla ilgili güzel bir anını anlatır mısın?

Mario ile neredeyse 35-40 yıllık arkadaşız, ben sanki beraber büyümüş ve sürekli didişen ama birbirini gerçekten sevdiği için asla küsmeyen iki kardeşe benzetirim bizi. Bak gittiğine o kadar inanamıyorum ki, hâlâ geniş zaman anlatıyorum. Mario’nun Fransızcası çok iyidir hem çocukluğundan beri evde konuşulurmuş hem de Fransız okulunda okumuştur. Bu yüzden benim kötü Fransızcama devamlı takılırdı. Topluluk içindeyken “Kızım sen Fransızca anlamazsın, benden rica edersen belki çeviri yapabilirim.” diye gülerdi. Ben de onun Norveçce bilmediğini söylerdim. Bu yabancı dil didişmemiz her keresinde ikimizin de Türkçeyi çok seven ve Türkçe yazan yazarlar olduğumuz gerçeğiyle tatlıya bağlanırdı. Mario Levi, “Türkçe benim vatanım” derdi. Onu özlüyorum.

Modalı, kedisever, mavisever, huysuz, kılı kırk yaran, muzip… Bu sıfatlardan en çok hangisi sana daha uygun?

Kendimi meraklı, oyunbaz, mizah duygusu güçlü, kedici, şefkatli ama uyumsuz, dik kafalı, evet kılı kırk yaran-yani maalesef mükemmeliyetçi, mesafeli ama içten, mücadeleci biri olarak tanımlayabilirim. Verdiğim sözü tutmayı önemserim ama tutmayandan da hemen soğurum, bu huyumu hiç sevmem. Yani işte iyisi ve kötüsü olan bir Havva Kızıyım ben de!

Görsel sanatçılar arasında mitoloji ve masallardan beslenen çok sanatçı var. Sergisi devam eden Selma Gürbüz, Canan gibi. Edebiyatçı olarak masal ve mitolojiden nasıl besleniyorsun?

Mitolojiden bütün sanat dalları bilerek veya bilmeden mutlaka etkileniyor. Çünkü mitoloji her milletin kendi anadilinde, kendi kültürüne ait sembollerle kendi korkularını, hayallerini anlatarak, binlerce yıl dilden dile taşıyan çok kıymetli bir aidiyet mirası, kültür hazinesi. Bu yüzden tıp bilimi hâlen Freud’ün kurmuş olduğu ‘psikomitoloji’den yararlanıyor. Psikomitoloji kısaca, her kültürün kendi mitolojisi o toplumun ruh durumunun aynasıdır, aidiyetidir denebilir. Edebiyat sanatı, aslında mitolojinin modern biçimidir. İlk felsefeciler, varlığın ve bilincin anlamını ilk sorgulayanlar mitleri kuran nine ve dedelerimizdi Buna karşılık biz maalesef dünyada belki de kendi mitolojisini bilmeyen tek milletiz. Mitolojisini bilmeyen, kendi kökünden kopan aidiyetsiz kültürler uzun yaşayamıyor, asimile olup, kayboluyor. Biz, mesela Yunan Mitolojisi’nden Hades’i biliyoruz ama kendi Erlik Han’ımızı bilmiyoruz. Pegasus’u tanıyoruz ama Tulpar’ı duymamışız. Tabiat ve doğum tanrıçası Artemis’i biliyoruz kendi Umay Ana’mızı bilmiyoruz. Neden kendi mitolojimiz bize öğretilmiyor ve bunun kime yararı var? Bunları ‘Tabiat Dörtlemesi’nde tartışıyoruz.

Evde seninle eski fotoğraflara bakarken Prof. Nermin Abadan Unat ile birlikte, Tünel’de “Kadın Cinayetlerini Durduracağız” gösterisinde çektirdiğimiz fotoğrafı buldum. Yıl 2014. Tam 10 yıl önce. Kadın cinayetleri artışta ve kadın haklarında geriledik…

Kadınlar, dünya ve Türkiye nüfusunun yarısından fazlası ve çoklu düşünebilme yeteneğine sahip cinsiyet olmasına rağmen, entelektüelleri de dâhil erkekler tarafından zekâları hor görülmüş, köle, cariye ‘aileler arasında kız alıp-kız verme’ alışverişlerine malzeme yapılmış, savaşlarda tıpkı içi canlı dolu ve aslen tabiata ait toprak gibi sanki savaş ganimeti “malmış gibi” kullanılmıştır. Bugün artık kadınların baskı ve zorbalıkla önlenmedikleri sürece yapamayacağı hiçbir meslek, iş veya entelektüel etkinlik kalmadığını dünya âlem biliyor, şimdilerde özellikle Türkiye’de kadına karşı artan şiddet belki de kadınları kontrol etme devrinin yıkılış sarsıntısıdır. Nasıl ki, Osmanlı Devleti’nde sadece erkek ve büyükbaş hayvanların nüfustan sayılması, yani kadın ve çocukları değersiz kabul edildiği zamanlar şimdi bize büyük bir ayıp ve kötülük olarak geliyorsa, yakın bir gelecekte kadınların insan iradesini yok sayan ve şiddet gördükleri için boşanmak istediklerinde öldürülmelerini, öldüren kocayı “iyi halden” cezasız bırakarak teşvik edenleri de aynı böyle göreceğiz. Dünyada kadınlarını en fazla öldüren erkeklerin ülkesi olarak tanınmakla gurur duyulmayacağı ana okullarından başlayarak çocuklara öğretilmeli, devlet politikası olmalıdır.

 

 

 

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar