Sınır ve piyasa

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Sınıf ve sınıf oluşumu kavramları göründükleri kadar basit olmayabilirler. Söylenecek şeylerin ilki burjuvazinin oluşma sürecinin tipik bir sosyal sermaye oluşumu süreci olduğudur. Bilindiği gibi, sınıflar hayali bir ortamda veya vakumda oluşup önce “kendinde sınıf”, sonra “kendisi için sınıf” haline gelmezler. Bilinç ve fiziki oluşum bir bütündür. Sınıf, kendisini kurguladığı, tahayyül ettiği, kendilerini sembolik dünyalarında bir sınıfın üyeleri olarak gören ve bir araya gelen insanların sayısı arttığı ölçüde sınıf olur. Burjuva nüvelerinin sınıfsallaşmalarında farklı olan şey bu kültürel ve sembolik sürecin aynı zamanda kanlı canlı, somut ve çoğunlukla hızlı bir sermaye birikimi süreci olmasıdır. Yani hem fiziki sermaye hem de sosyal sermaye birikimi söz konusudur. Bu birikim dinamiği doğa bilimlerinden alınan metotlarla incelenebilen bir birikimdir. Ekonomi bu nedenle de 20. yüzyılda önemli bir disiplin haline gelebildi. Bundan sonra eski önemi olmayacak çünkü dünya bir kez daha değişiyor.  

Kapitalist olsun olmasın gördüğümüz yaşadığımız her piyasa ekonomisinde –her piyasa kapitalist değildir- tam rekabetçi veya tekelci, kamunun rol oynadığı veya oynamadığı şu problemler temel niteliktedir. Hatta bu problemlerin çoğu planlı ekonomilerin de sorunudur. Şöyle; (i) Eksik enformasyon (ii) Asimetrik enformasyon (iii) Eksik kontratlar (iv) İşlem maliyetleri (v) Güven/özgüven eksikliği ve enformel ağların bu konudaki statüsü (vi) Bilgi paylaşımı (vii) Öğrenme süreçleri (viii) Piyasaya eksik katılım (ix) Eksik piyasalar (x) Teknolojik değişimin mikro seviyede yönlendirilmesi. Bu listeyi yaparken bilinçli olarak birbirlerine asimile edilebilecek faktörleri de açıkça yazdım. Bunları “koordinasyon sorunu” ve piyasada fiyatlara içkin olmayan “gizli bilgiyi” ortaya çıkarabilme problemi –bir tür mühendislik problemi olan “sinyalleme” meselesi- şeklinde toplulaştırabiliriz. Bütün biçimsel olmayan ve olan ağlar –parti, tarikat, cemaat, dernek vb.- bu açıdan da işlevselliğe sahiptir. Genel bakarsak her tür sosyal elit böyle oluşur ve beşerî sermaye dahi bu şekilde sosyal sermaye ağlarının içinde gelişir. Aynı şey işçi sınıfı için de geçerlidir. Yol (tarik) olmadan dinin soyut bir teoloji corpus’una indirgeneceği açıktır. Aynı şekilde “yol olmadan, sol da olmaz”. Elitizm veya sekterlik gibi konulara buradan da bakmak şart. Öte yandan, “yol olmadan sol olmaz” demek şu anlamları içerir: (a) Sol bir dayanışma ağı, bir ethos ve bir habitus olmak durumundadır. (b) İşçiler ve diğer çalışanlar, yani büyük çoğunluk, zaten çeşitli “yolların” içinde sosyalleşmektedir. Ancak bu yollar uzun bir süredir sola çıkmamakta. 

Çeşitli Marksizmlerin “sınıf mücadelesi daima vardır ama bazen alttan alta işler çünkü işçi sınıfı kendisinin (sınıf) bilincine (henüz) varamamıştır” yollu tezi üstü örtük olarak bir asimetri varsayar. Burjuvazi daima ‘kendisi için sınıf’ olarak vardır ama işçi sınıfı genellikle sadece ‘kendinde sınıf’ olarak kalır. Bunun günlük dile çevirisi burjuvazinin daima örgütlü ve bilinçli bir hâkim sınıf olduğu ve işçi sınıfının bilinçlenmesine engel olmak için tüm mekanizmaları kullanarak sıklıkla başarılı olduğu iddiasıdır. Buna göre “Marksistler” (gündelik siyasi dilde komünist veya devrimci diye anlamak gerekiyor) kül yutmamaktadır ancak işçi sınıfı bal gibi aldatılabilmektedir. Açıklama şöyle devam eder: Elbette burjuvazi de her zaman stratejik düşünemez. Zaten devlet bu nedenle (de) vardır ve son tahlilde elbette hâkim sınıf olan burjuvazinin devleti olmakla beraber “göreceli özerkliğe” sahiptir. Bu fonksiyonel açıklama “devletin zaten işlevsel olabilmesi ve burjuvazinin tarihsel çıkarlarına hizmet edebilmesi için göreceli özerklik gereklidir” şeklinde ilerler. Oysa ne devlet-burjuvazi ne de işçi sınıfı-burjuvazi ilişkileri her zaman ve her yerde bu kadar nettir. Bazen çok açık ve birebir olan bu ilişki sürekli olarak aynı tarihsel ve siyasal netlikte seyretmez. Örneğin John R. Bowman’ın doktora tezinde ayrıntılarıyla ele alarak Amerikan kömür madenciliği sektörünün 1880-1940 dönemiyle örneklendirdiği kapitalist kolektif eylem sorunu hiç de hafife alınacak bir konu değildir: Bowman (1989; 1985; 1982). Endüstriyel organizasyon literatürüyle yakından ilişkili olan kapitalist kolektif eylem sorunu Marx tarafından da dile getirilmişti. Kapitalistlerin kendi aralarındaki rekabet zaman zaman kapitalist piyasanın stabilitesine zarar vermekte olup işçilerle kapitalistlerin çelişkisi söz konusu endüstriyel organizasyonun rekabet yapısı içinde cereyan etmektedir. O kadar ki Bowman’a göre ABD kömür madenciliği tarihinde “işçilerin kapitalistleri örgütledikleri” bir dönem bile yaşanmıştır.

Marx’ın bazı pasajları “göreceli özerklik” yorumuna da işçi sınıfını burjuvaziyle aynı endüstriyel rekabet yapısının içine içsel olarak yerleştiren –kanımızca daha derin olan- yoruma da destek sağlayabilecek kadar esnektir. Bu son yorum kapitalistlerin çok daha örgütlü ve bilinçli bir sınıf olarak işçileri benzer bir bilinç ve örgütlülüğe ulaşmaktan alıkoymaya çalışmadıkları anlamına gelmez: Durum gerçekten de genelde asimetriktir. Ancak kapitalist kolektif rasyonalitenin de sınırlarının olduğu, örneğin şirket karlılığının kapitalist sınıfın bütününün çıkarlarını gözetme niyetinin önünde bir kısıt oluşturduğunu görmek gerekir. Kapitalist bir üst örgütün üyeleri dahi sonuçta tekil kapitalistlerdir ve sınıflarının kolektif çıkarını kollarken bile önce kendi şirketlerinin çıkarını düşünürler. Bu nedenle kapitalist kolektif rasyonalite sıklıkla başka sektörlerin müdahalesine veya devletin hakemliğine –göreceli özerklik veya değil- gereksinim duyar. Bazen bu gereksinim uluslararası üst örgütlerin düzenleyici rolüne başvurmaya kadar gidebilir. University of Massachusetts-Amherst ekolünün 1970’lerde ve özellikle 1980’lerdeki çalışmaları –ki son 30 yılda dönüşerek Santa Fe ekolünde devam etmiştir denebilir- bu tür “karşılıklı bağımlılık” durumlarının analizini içermektedir. 

Öte yandan asimetrinin varlığını kabul etmek işçi sınıfının kolektif eylem sorununu hafife almayı gerektirmez. Bu yaygın olguyu ve kilit sorunu –işçilerin kendilerini bir sınıf olarak kurmakta yaşadıkları büyük güçlüğü- “kendinde/kendisi için sınıf” ayrımına sıkıştırarak “sınıf bilinci eksikliğine” veya “sosyalistlerin sınıfı örgütleme becerilerinin düşüklüğüne” bağlamak nahif bir yaklaşımdan öteye geçmez. Bowman’ın kömür madenciliği örneği “işçi sınıfı kurgusuyla” “burjuvazi kavrayışı” –asimetrik ve çok daha az kurgusal bir kurgu- arasında sanılandan fazla ortaklık ve dolayım olabildiğini gösteren bir analitik anlatı yaratmayı amaçlamış ve kısmen başarmıştır. Kısmen çünkü aynı rekabet yapısının içsel aktörleri olarak burjuvazi ve işçi sınıfının “birbirlerini karşılıklı şartlama ve hatta örgütleme” örneklerinin tarihsel ve mekânsal olarak sınırlı olduğunu da göstermektedir. Bütün bunlara kültür denen medyayı eklemek gerekiyor: Kültür, siyasal kültür, siyasal teoloji, din… Her şey bu merceklerden geçerek sembolleşiyor, anlam kazanıyor. İdeolojik birikim de sermaye birikimi kadar maddi bir güçtür diyebiliriz. 

Tüm yazılarını göster