Yeni dönemde nasıl bir kalkınma politikası?

Tuğrul BELLİ GÜNDEM

Seçim sonrasında belirli bir takvim içerisinde ortodoks para ve maliye politikalarına dönüleceği muhakkak. Ancak kalkınma politikası bunlardan farklı ve her ekonomi için o ekonominin altyapı ve kaynaklarına göre planlanmış özgün bir program üzerinden hayata geçirilmesi gerekiyor. İktisadi kalkınma salt milli gelir istatistikleriyle ölçülebilecek bir olgu da değil. Örneğin petrol zengini Arap ülkelerinin çoğu kişi başına GSYH bakımından Türkiye’den çok yukardalar. Diğer bir örnek ise bazı küçük Avrupa ülkeleri. Yunanistan ve Portekiz de kişi başı GSYH olarak Türkiye’nin 2.5 katı büyüklüğe sahipler. Ancak iktisadi kalkınma bakımından tüm bu ülkelerin Türkiye’nin gerisinde olduğu muhakkak. Öte yandan biz ise kendimizi diğer ülkelerle kıyasladığımızda 20 yıldır patinaj çektiğimizi görüyoruz. (1960’lı yıllardan beri dünya ekonomileri arasında 17. sıralarda yer alan Türkiye son dönemde 2-3 basamak da gerilemiş durumda.)

Keza iktisadi kalkınma 50 sene öncesine göre bugünkü hayat standartlarının ne kadar ileride olması ile ölçülebilecek bir şey de değil. Örneğin, bugün herkesin cep telefonu olması Türkiye’nin kalkınmada başarısının bir ölçütü sayılamaz. (Röportajlarda hayat pahalılığından yakınan gençlere bazı yaşlıların “ama senin cep telefonun var” şeklinde sataşması bundan 50 yıl önce aynı durumda olan birine “ama senin kol saatin var” demek gibi bir şey.) Kalkınmada ne kadar başarılı olduğumuzu görmek için bizimle aynı kulvarda olan ekonomilerle iktisadi performansımızı karşılaştırmamız (benchmarking) gerekir. Bu perspektiften baktığımızda da Türkiye’nin geride kaldığı görülüyor.

1980'lerde Neoliberalizm Batı'da deregülasyonu, vergi indirimlerini ve sosyal refah programlarını kısmayı önceleyen bir iktisat politikası olarak ortaya çıktı. Devletin küçültülmesi ana fikirlerden biriydi. (Tabi bu politikanın oluşturulmasında ve uygulanmasında devletçiliğin güçlendiği önceki on yıllarda yeteri kadar kâr edemediklerini düşünen özel sektör temsilcilerinin ve onların lobi faaliyetlerinin de büyük payı vardı.) Çok kısa bir süre içinde, neoliberalizm küreselleşti. "Washington Konsensüsü" uyarınca, ABD'nin hakimiyetindeki IMF ve Dünya Bankası gelişmekte olan ülkelere deregülasyon, özelleştirme, serbest ticareti benimsemeleri ve Batılı şirketlerin mülkiyet haklarını korumaları için baskı yaptı. Türkiye de bu yanlış ve özünde sömürgeci bile sayılabilecek çarpık sistemden payını aldı. Son derece pragmatist bir politikacı olmakla birlikte Özal konuları çok derinliğine düşünen, somut uzun vadeli hedefleri olan biri değildi. (Pek çok uygulamayı da Amerikadan ithal ettiği prenslerine bıraktı. Onların çoğu da Batının neoliberalizm paradigması altında yetişmiş, GOP’ların kalkınma politikaları konularında pek bir fikri olmayan kişilerdi.)

Sonrasında gelen politikacılar ise giderek daha da tecrübesiz, liyakatsiz, konulardan bihaber ve entellektüel tembelliklerine bir kılıf uydurabilmek için “serbest piyasa her şeyi halleder, bizim bir müdahelede bulunmamıza gerek yok” fikrine kendini inandırmış şahsiyetlerden oluşmaya başladı. Uzun vadeli vizyon ve strateji geliştirme sadece OVP’lerde bir kaç sayfayla geçiştirilen ve sonrasında da takibi yapılmayan metinlerden ibaret kaldı. (Zaten Devlet Planlama Teşkilatı da bu dönemlerde lav edildi.) Ancak, tüm gelişmekte olan ülkeler aynı fikirde değildi. Batılı reçeteleri hiçe sayarak, Japonya ve dört “Asya Kaplanı” -Tayvan, Hong Kong, Singapur ve Güney Kore- büyük çaplı devlet müdahalesini ve devlet-özel sektör işbirliğini benimsedi. Uzun vadeli planlar yaparak, eğitim başta olmak üzere kamu altyapısına yatırım yaparak ve başarılı olacağını düşündükleri endüstrileri tek tek seçip onları teşvik ederek, hepsi 1960'lardan 2000’lere kadar olağanüstü ekonomik büyüme elde etti.

Özetlemem gerekirse seçim sonrasında para ve maliye politikaları bağlamında yapılacaklar üç aşağı beş yukarı belli. Ancak ondan daha önemlisi bugüne kadar üzerine yeteri kadar eğilmediğimiz kalkınma politikaları bağlamında neleri, nasıl yapacağımız. Yoksa, son 40 yıldır olduğu gibi Batıya ucuz ve düşük katma değerli ürün ve hizmetler sunan periferal bir ekonomi olarak kalmaya ve güle oynaya(!) irtifa kaybetmeye devam ederiz.

Tüm yazılarını göster