Afetlere karşı direnen kentler inşa edilmeli

Dirençli kentler nasıl kurulur, 6 Şubat depremlerinde kentlerin direnci kıran neydi, olası depremini bekleyen İstanbul dirençli mi? TMMOB Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu ve Prof. Dr. Turgay Kerem Koramaz anlattı…

YAYINLAMA
GÜNCELLEME
Afetlere karşı direnen kentler inşa edilmeli

Ulusal bir stratejiye ihtiyaç kaçınılmaz

TMMOB MİMARLAR ODASI BAŞKANI EYÜP MUHCU

DİRENÇLİ KENT KAVRAMININ mimari anlamda kullanılmasının aslında 2010 yılı öncesine kadar uzandığını aktaran TMMOB Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu, Türkiye açısından bakıldığında, dirençli kentler için yapılaması gereken pek çok şey olduğunun altını çizdi. Sadece deprem değil yaşanacak tüm afetlere dayanıklı kentler oluşturulması gerektiğini vurgulayarak bu konuların bütünleşik afet yönetimi ilkesiyle ele alınması gerektiğini belirten Muhcu, ulusal stratejiye ihtiyaç olduğunun altını çizdi.

Türkiye’de yapı stokunun yüzde 65’inin ya mimarlık, mühendislik hizmeti almadan yapıldığını ya da kaçak inşa edildiğini aktaran Muhcu, “Bu Türkiye’deki yaklaşık 20 milyon konutun 13-14 milyonuna denk geliyor. Bu konutlar afetlere ve depreme karşı güvenli değil. Güvenli olmayan yapı stokunun planlama çerçevesinde ele alınması, kimi mahallelerin yapılaşma statüsünden arındırılması, kimi mahallelerde de kat ve yoğunluk azaltılması, kimi binaların yıkılması, güçlendirme ihtiyacı olanların projelerle güçlendirilmesi gerekiyordu. Tüm bunların çok az yapıldığını, hatta bazı illerde hiç yapılmadığını görüyoruz” diyerek mevcut durumu değerlendirdi.

KENTLER SADECE GÜVENLİ DEĞİL SAĞLIKLI DA OLMALI

Dirençli kentlerin afet risklerinin azaltılmasına yönelik bir takım çalışmaları öngördüğünü ama aslında kentleşme süreçlerindeki hedefin sağlıklı ve güvenli kentler olması gerektiğini aktaran Muhcu, “Sağlam zeminde, sağlam binaların olduğu bir kent oluşturabilirsiniz. Fakat bu kent sağlıklı değilse, yani meydanı, yeşil alanı, doğası, tarım arazilerini de içeren bütünleşik bir planlama söz konusu değilse bu kent sağlıksız ama sağlam kent olur ki bu da kabul edilebilir değil. Bu nedenle kentleşmeyi sağlıklı ve güvenli kentleşme olarak ele almalı, dirençli kentler, kentbesel dönüşüm, yenileme ve benzeri uygulamaları bunun aracı olarak görmeliyiz” şeklinde konuştu.

Depremden etkilenen 11 ilde direnci kıran neydi sorusunu yönelttiğimiz Muhcu, şu açıklamalarda bulundu: “Yapı stokunun yüzde 50’sinden fazlasının 2000 sonrasında üretildiğini görüyoruz. Bu yeni yapılar çok katlı, tarım arazileri üzerinde yeni mahalleler oluşturulmuş. Bu başlı başına sorun. Mahallelerde altyapı yok, yeterince okul, hastane gibi kamusal ihtiyaçlara ulaşım yok sadece betonarme bloklardan oluşmuş yapılar topluluğu var. Bunlar sağlıklı kentleşmenin unsuru olarak nitelendirilemez. Sağlam yapı olmadıklarını da deprem gösterdi. Yer seçimi bir sorun ama bununla birlikte projelendirme, uygulama ve yapı denetim süreçlerinde de sorun var. Depreme karşı güvenli yapı tasarımı, statik projeler ve bunların detaylarının doğru hazırlanması gerekir. Bunların gözetilmemesiyle ilgili yıkımlar olduğunu görüyoruz. Depreme uygun olmayan yapı formları var. 15 katlı binanın teknik kurullara göre en az üç bodrum katı olması gerekir ama bölgedeki binaların çoğunda bir tane bodrum katı var. Bunlar kategorik olarak deprem karşısında güvenli olmayan yapılaşma ile ilgili kararlar, hem tasarım hem statik proje açısından…”

KAMUSAL DENETİM ÖZEL KURULUŞLARA TERK EDİLMİŞ

Bölgedeki binalarda yapısal sorunların da fazla olduğunun altını çizen Muhcu’ya, ‘tüm bu söyledikleriniz yapı denetimleri yapılmıyor mu sorusunu akla getiriyor…’ dediğimizde verdiği yanıt ise şöyle: “1999 depremi sonrası Yapı Denetimi Yasası çıkarıldı ve yapı denetimi yetkisi özel firmalara verildi. 2000 sonrası üretilen yapı stoğundaki denetim bu özel firmalar tarafından yürütüldü. Kahramanmaraş merkezli depremde bu denetim sisteminin işlemediğine de tanık olduk. Her ne kadar denetçi kuruluşu müteahhit seçmiyorsa da bir şekilde müteahhit denetici kuruşlarla ilişki kuruyor. Sorun yaşıyorsa inşaat yapımını durdurdum diye kamuya dilekçe veriyor. İşini doğru yapan varsa o kuruluşu devre dışı bırakıyor. Bir süre sonra yeniden başlamak için dilekçe veriyor ve başka bir yapı denetim kuruluşu ile anlaşıyor. Tüm sistem müteahhitlerin insafı üzerinden yürütülüyor. Yapı denetim kuruluşlarında 1 mimar istihdam ediliyor. 360 bin metrekare bir inşaatı bir mimarın denetleyeceği iddia ediliyor ki bu fiilen mümkün değil. Yerel yönetimler anayasal yetkisi olan kamusal denetimi özel kuruluşlara terk etmiş görünüyor ki tüm bunların getirdiği denetim sorunu var.”

İLKEL BİR BAKIŞ AÇISI VAR

Bölgesinde bundan sonraki süreç nasıl işlemeli noktasında da açıklamalarda bulunan Eyüp Muhcu, “Kentler yerle bir olmuşsa ve kalan yapılar da büyük oranda hasarlıysa demek ki bir planlama ve yapılaşma sorunu var. O zaman yeniden düşünmek, yeniden yapı üretim sistemini planlamak gerekir. Tüm bunlar yapılmadan yeniden yapı üretim süreci başlamamalı bölgede. Üstelik artçı depremler sürüyor. Dökülen beton yeterince pirizlenmeden deprem olursa üzerine yapacağınız her kat güvensiz hale gelir” ifadelerini kullandı. Yer seçimlerinde de sıkıntı yaşandığını aktaran Muhcu, şunları söyledi: “Ovada yaptık çöktü, dağda yapalım gibi ilkel bir bakış açısı da var. Genel bir planlama ve mimarlık ilkeleri çerçevesinde kentin yapılanması belirlenmeli. Bunu kim belirlemeli? Halkın katılımı da sağlanarak bilim insanları ve uzmanlar belirlemeli. Bunun için öncelikle bölgede uzmanlar ve bilim insanlarından oluşan bir bilim kurulu oluşturulmalı. Bölgenin bir deprem master planı çıkarılmalı.

Mevcut kent ile ilişkisi, altyapı bağlantısı, ulaşım ilişkisi ve bölgenin doğal kültür değerleri dikkate alınarak planlama kapsamında yer seçimleri belirlenmeli. Ardından yapı denetim sürecinde neler yapılacağı belirlenmeli. Altı ay içinde tüm bu hazırlıklar yapılabilir. Bu altı ay içinde de bölgedeki yurttaşların geçici barınma ihtiyaçlarına yanıt vermek gerekir. Bu insanların sağlıklı yaşayabilecekleri alanlar oluşturulmalı. Bunu ihmal ederek yeni bina yapıyorum derseniz yanlış yaparsınız. Oradaki vatandaşların şu anki acil barınma ihtiyaçları istismar ediliyor.”

İSTANBUL DİRENÇLİ BİR KENT DEĞİL

İstanbul ne kadar dirençli’ sorumuza da yanıt veren TMMOB Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu şunları söyledi: “İstanbul afetlere karşı dirençli bir kent değil maalesef. İstanbul’a 200 km mesafede Gölcük depreminde binalar zarar gördü. Bu binaların zarar gördüğü yerlerde bile yeniden imar izinleri verildi ve hatta bazı ilçelerimizde verimli tarım arazileri beş katlı imarlara açıldı. Zemin açısından uygun olmayan alanlarda 15 katlı betonarme binalar yapılıyor hala. İstanbul bu yapılarla dolu. Ayrıca 200 civarında gökdelen ilave edildi son 20 yılda bu şehre.

Aslında 1999 depreminden sonra Deprem Konseyi oluşturuldu ve Deprem Master Planı hazırlandı. Bunlar değerli çalışmalardı. Ancak ne yazık ki lağvedildi bu konsey. Ardından da hazırlanan plan rafa kaldırıldı. Bu koşullarda 1/100 000 ölçekli İstanbul ili çevre düzeni planı hazırlanarak yürürlüğe girdi. Bu plan afet ve depremlere karşı güvenlik ilkesinde hazırlanmadığı gibi yapı rantının paylaşım sürecinin belgesi haline geldi. Burada en büyük sorun, 20 yıldır yapılması gereken yapı envanterinin çıkarılması konusunun bugüne kadar yapılmaması. Bu yapı stokunun en azından yüzde 50’sinin envanterinin çıkarılması, tespitlerinin yapılması gerekiyordu. İBB’nin son dönemde 29 bin bina ile ilgili yaptığı çalışmalar var. Kısa sürede bu açığı kapatmak mümkün değil. Bu koşullarda İBB’nin deprem seferberliği planı çalışması başlatması gecikmiş olsa da çok değerli. Bu plan içinde meslek odalarının da ana bileşenlerden biri olması önemli.

İmar kalkınmada katalizör değil kent hakkıdır

PROF. DR. TURGAY KEREM KORAMAZ

BİR KENTİN DİRENÇLİ olabilmesi için gerekli temel kriterleri şehir planlamacısı gözüyle değerlendiren İTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Turgay Kerem Koramaz, öncelikle her bölgenin kendi içinde doğal (jeolojik ve ekolojik) kaynaklarını, sosyal ve ekonomik yapısını dikkate alan, çok boyutlu analizi ve değerlendirmeyi sağlaması gerektiğinin altını çizdi. Kurumların da bu incelemeyi yapacak meslek insanlarına ve disiplinlere ulaşmasının gerekliliğini belirten Koramaz, “Etkin katılım ve yönetim süreçleri belirlenmeli. Bunların yanında özellikle barınma ve kentin bir hak olduğu unutulmamalı. Her bir yerleşimdeki karar vericiler, bölgelerin ekonomik kalkınmasındaki katalizör gibi gördükleri imara, kent hakkı ve barınma hakkı çerçevesinden bakmalı” ifadelerine yer verdi.

İNCELİK SAĞLIKLI VE NİTELİKLİ BARINMA ALANLARI OLMALI

Bunları dirençli kentler için temel ilkeler olarak sıralayan Koramaz, depremden etkilenen bölgelerde öncelikli yapılması gerekenleri ise şu şekilde sıraladı: “İlk aşamada depremden etkilenenlerin sağlam, sağlıklı, güvenli ve nitelikli geçici barınma alanlarına ihtiyaçları var. Sadece konteyner ya da çadır yerleştirmeden söz etmiyoruz. Orada kadınlar var, çocuklar var, yaşlılar var, dezavantajlı gruplar var. Eğitime, sağlığa, hijyene ve hatta psikososyal olarak kendilerini iyileştirecek barınma alanlarına ihtiyaç var. İlk aşamada bu yapılmalı.

Şuanda bölgedeki yeni yapılaşma ile ilgili bir kararname çıktı, o kararnameyle yerleşimlerin kalıcı olarak yeniden planlanması ile ilgili hızlı arazi tashihi uygulamasına geçildi. Bununla ilgili çok ciddi sıkıntıları var. O bölge hala sarsıntılar olduğu dikkate alınarak bölgedeki kalıcı yerleşimlerin rasyonel planlama ile hızlı hareket etmeden, mülkiyet haklarını güvenceye alacak şekilde gerçekleştirilmesi lazım. Kalıcı yerleşimler için hızlı hareket etmek uzun vadede doğru süreçler üretmeyebilir ve yeni ekolojik riskler barındırabilir.

Yine, AFAD ve ilgili bakanlık başta olmak üzere afet risk yönetimi ve planlanması ile ilgili yapılmış çalışmaların bundan sonraki süreçte söz konusu riskleri azaltıcı hamleleri gündemine alması lazım. Uygulaması konusunda da sağlam irade olmalı.

Bir diğer mesele de yerleşimlerin kimliği ve kültürüyle ilgili. Kültür mirası, kentin dokusu yitip gitti. Bunun gelecek nesillere nasıl taşınacağı ile ilgili sorunlarımız var. Bunun akademik bilgisi var, tarihi dokunun hem aslına uygun hem tarihi doku gözeterek inşa edilmesi mümkün. Bunlara da önem verilmeli.”

ÜLKE DÜZEYİNDE KOORDİNASYONDA SIKINTI VAR

Aslında ülke düzeyinde hem planlama hem de afet ve diğer riskler özelinde risk yönetimi ve planlaması konusunda bir mevzuat olduğunu aktaran Prof. Dr. Kerem Koramaz, “Koordinasyonda sıkıntı var. Benzer bir durumun planlama ve risk konusunda da yaşandığını söyleyebilirim. Merkezi yönetim ve yerel teşkilat, diğer meslek örgütleri, şehir planlamacıları, STK’lar var. Tüm bu kurumlar, hem planların hazırlanması hem de yetkilerin paylaşımında katılımcı -ki bu noktada siyaset üstü tabirini çok kullanıyoruz- bir yapı çerçevesinde olmaları gerekiyor. Hem merkezi yönetim hem de yerel yönetim iradesinin bunu sağlama yükümlülüğü olduğunu söyleyebilirim. Bizim noktada eksiğimiz var” şeklinde konuştu.

Planlama konusuna da değinen Koramaz, birçok projenin kısa vadeli kazançlara teslim edildiğinin altını çizerek, “Altyapısıyla kente daha fazla yük getirmeyecek, makul yoğunluklarda ve nitelikli bir konut sunusu temin edilirse, uzun vadede ekonomik kazancın daha yüksek olacağını düşünüyorum. En büyük, en fazla, en yoğun ifadelerinden arınmamız gerekiyor. Piyasa dinamikleri ve kısa vadeli hızlı gelir beklenti eğilimi tüm bu planlı gelişmenin önünde baskın hale geliyor” dedi.

ARTAN NÜFUS DİRENCİ KIRIYOR

İstanbul’un afet karşısında taşıdığı riskleri planlama açısından değerlendiren Kerem Koramaz, şu açıklamalarda bulundu: “İstanbul’un doğu-batı ekseninde gelişen yapısı var. Bu aslında olası Marmara depremine karşı direncimizi azaltıp, kırılganlığımızı artırıyor. Fakat bundan kaçarken başka türlü ekolojik risklerimiz oluyor. Her ne kadar doğu-batı ekseninde gelişme eksenimiz olsa da kuzeye doğru saçaklanan bir büyüme eğilimleri de var. Bunların da taşıdığı başka türlü riskler var. Mesela Kuzey ormanları… Bu alanlara da ihtiyacımız var. Birçok gerilimli düzlemde büyüyen bir kentiz. Bu noktada bütüncül bakmayı söyleyeceğim. Ülkenin planlanmasında yani sanayi, finans hizmetleri, eğitim, turizm gibi birçok gelişmeyi tek merkezde toplayan ve neredeyse son 60 yıldır uygulanan bu politika İstanbul’u daha da kırılgan hale getirdi. Nüfusun sürekli ivmelenerek artırması İstanbul’un direncini azaltan en önemli unsurdur. Belki yapılarımız yıkılmayacak ama kentin bütününe sağlık, hijyen koşulları sunulamayacak. Nüfusa bağlı kırılganlıklar kadar ulaşım ve sağlık koşulları da İstanbul’un direncini azaltan unsurlar.”