Peki, şimdi biz neye inanalım?

Güven SAK DÜNYA İŞLERİ

Ortada bir söylenenler var bir de somut olarak alanda atılan adımlar, yapılanlar var. Doğrusu ya arada bir “hangisi doğru?” diye kafamız karışıyor bugünlerde. Akıllarda hep o çok tanıdık “peki, şimdi biz neye inanalım?” sorusu var. İkircikliyiz. Sonra bir de soruyorlar Türkiye’den neden dünya markası çıkmıyor diye; hem de hayretler içinde.

Hem yeşil dönüşüm konusunda hem de Mayıs 2023 seçimleri sonrasında ekonomi politikalarında makule dönüş sürecinin sürdürülebilirliği konusunda hep benzer soru işaretleri var kafamızda doğrusu. Bir dünyada olana bakıyoruz, bir ortadaki açıklamalara, bir de Türkiye’de atılan kısıtlı adımlara. Kafamız karışıyor. Gelin bakın bir anlatayım.

 “Bu ortamda termik santral yatırımı yapmalı mıyım?”

Geçenlerde Zonguldak’ta bir taşkömürü üreticisi bana aynı soruyu sordu. Son derece makul bir soruydu aslında. “Ben, demir çelik tesislerine taşkömürü sağlıyorum. Bu ara aslında yeni yatırımlar yapmam lazım” dedi ve “Bu ortamda yeni yatırım planlamalı mıyım?” diye sordu.

Türkiye’de çelik üretiminin yüzde 75’i elektrikli ark ocakları vasıtasıyla doğrudan kömür kullanılmadan yapılıyor Sefia’nın konu ile ilgili raporuna göre. Erdemir, İsdemir ve Kardemir hala doğrudan kömür yakarak üretim yapıyorlar. Toplam üretim kapasitesinin yaklaşık yüzde 25’i. Ne olur? Onlar da değişir ama şimdi durum böyle. Akıllardaki soru, ikircikli halimiz işte tam da buradan kaynaklanıyor.

Toplantı bir ay kadar önceydi. Ortam Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’nı onaylaması ve 2053 net sıfır yılı hedefinin açıklanması ile değişmişti. Dün gündemde olmayan kömürden çıkış tarihi belirleme ihtimali artık gündemdeydi. Üstelik COP27 öncesinde açıklanan enerji planında yeni termik santral lisansı verileceği de açıklanmıştı.

Dolayısıyla soruyu şöyle de sormak mümkün aslında: Acaba yeni termik santral yatırımı yapmalı mıyım? Bakanlık bürokratları, “merak etme, sen kömür yatırımına devam et” diyorlar. Sorsan şimdi, “termik santral yatırımı enerji arz güvenliği için çok önemli, bu işe gir elbette” diyecekler. Ancak her tecrübeli Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı gibi bürokratların, bakanların sözlerine itibar edip sermayeyi kediye yüklememek gerektiğini iş insanlarımız iyi bilirler.

Şimdi böyle bir soruya ne cevap verilir? Yatırım ufku makul bir geçiş dönemini aşan hidrokarbon yatırımlarından kaçınmak gerektiği ortada. Ama daha kamunun ortada somut bir yol haritası yokken, özel sektör ne yapsın? Yarın sabah kamu fikir değiştirirse, yatırdığın parayı tazminat adı altında geri alamayacağın işlerden kaçınmak lazım mesela.

Ben böyle soru soranlara, size bu işe girin diyen bürokratlara sorun bakalım diyorum: Cumhurbaşkanımızın 2021 Eylül’ünde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantısında, “Paris İklim Anlaşması’nı onaylıyoruz” demecinden bir gün önce Paris İklim Anlaşması’nın TBMM’den geçeceğini biliyorlar mıymış?

“Hele aynı gün “2053 net sıfır yılı hedefimizdir” diyeceğini, bir günü geçtim, bir saat öncesinden duymuşlar mı acaba?” diye de ekliyorum. Açık ki ortada derin bir şeffaflık problemi var. Siyasetin bir pozisyondan ötekine geçişi kolay olabilir. Ama aynı esneklik doğrusu şirketler kesimi için, özel kesim için mevcut değil. Yatırımı yaptıktan sonra vazgeçmek zorunda kalmanın da bir bedeli var. Nedir? Yatırımların önünü açmanın yolu öncelikle ortada güçlü bir ekonomi programı olması ve politika adımlarının şeffaflıkla ortaya konulmasıdır.

Doğrusu ya ben bunun “yapıp işletmeye başlayacağım limanın yanında bir başka şirkete liman yaptırmayacağınızdan nasıl emin olabilirim?” versiyonunu da hatırlıyorum. Böyle sormuştu Singapurlu bir liman işletmecisi, neden Türkiye’deki bir yatırımla ilgilenmediğini sorduğumda. Susmuştum. Demem o ki mesele yeni değil, eski. Hep aynı, dün yediğin hurmalar bugün bir yerini tırmalar hadisesi.

“Şimdi politika faizi kaç oluyor? Yüzde 40 mı yoksa yüzde 33,4 mü?”

Aynı ikircikli hal, doğrusu para politikası konusunda da var hala. Türkiye Mayıs 2023’teki seçimlerden hemen sonra çukur kazmayı bırakmaya karar verdi. Hatırlatayım birinci çukur kanununu bir kez daha: Çukurdaysanız önce kazmayı bırakmanız gerekir. Ekonomide makule dönüş süreci ile kazmayı bıraktık.

Ama ekonomide akıl dışının bayram haftası döneminde alınan yüzlerce karardan bir günde çıkmanın mümkün olmadığını hemen idrak ettik. Mesela kur korumalı mevduatı o gün kapatsanız, “30 milyar doları bir gecede nereden bulayım?” sorusunu cevaplamak gerekiyordu. Geçişin tedrici olacağını anladık sonuçta. Ama ikinci çukur kanunu hep aklımızdaydı: Kazmayı bırakmış olmanız bir çukurda olduğunuz gerçeğini değiştirmez. Ona göre ileriye bakıyor ve adapte olmaya çalışıyorduk.

Bugünlerde Merkez Bankası’nın kendi rezervleri yerine ödünç rezervleri olmasının davranışsal etkileri gündemde doğrusu. Hatırlayın, biz “babacığım, bakın faizi indiriyoruz ve kura hiçbir şey olmuyor” döneminde, Merkez Bankası’nı swap anlaşmaları vasıtasıyla ödünç rezervlerle işi götürmeye mahkûm etmiştik. Doğrusu ya bu durumu da çok doğalmış gibi kabul ediyorduk.

Geçenlerde Fatih Özatay güzel bir soru sordu: “Şimdi merkez bankasının politika faizi yüzde 40 mı, yoksa yüzde 33,4 mü?” Bunu sorarken gazetemizde bizlerle güzel bir de grafik paylaştı. O grafiği size hatırlatayım. Merkez Bankası artık esasen kendisine dolar getiren bankalara Türk Lirası likidite sağlıyordu. Nedir? Ödünç rezerve katkıda bulunan, Türk Lirası’na erişebiliyordu. Banka normal şartlarda Türk Lirası’na erişim imkânı veren açık piyasa işlemleri (APİ) kanalını artık daha az kullanıyordu.

 

Ödünç rezerv başa bela…

APİ’den Türk Lirası likiditeye erişmek için bankanın politika faizi ödemesi gerekiyor. Ama eğer bankaya dolar getirerek, swap kanalı ile Türk Lirası’na erişirseniz, bir de merkez bankasından swap faizi kazanıyorsunuz. Ne oluyor? APİ kanalı ile Türk Lirası’na erişenler yüzde 40 faiz öderken, swap kanalından Türk lirasına erişmek için efektif olarak politika faizinden daha düşük bir faiz ödemeniz yeterli oluyor.

Banka ödünç rezerv toplamak uğruna bankalara politika faizinden daha düşük bir orandan Türk Lirası’na erişim imkânı veriyor. O zaman ne oluyor? Bankanın liraya erişmek istediğinde APİ kanalından değil, swap kanalından Merkez Bankası’na ulaşması teşvik ediliyor. Ne demek bu? Lira isteyenin önce bilançosunu dolarize etmesi gerekiyor. Neymiş; liralaşma derken, sistematik dolarlaşma sürecindeymişiz zaten. Ve bu etki hala devam ediyor.

Bu aşamada, sevgili Fatih Hocanın “şimdi politika faizi yüzde 40 mı yoksa yüzde 33,4 mü?” sorusuna dönelim. Yürütülmekte olan programın enflasyonla mücadelede başarı şansı açısından önemli bu soru. Enflasyon beklentileri yüzde 70’lere doğru yükselirken, biz faniler politika faizi yüzde 40 oldu diye bakarken meğer o oran yüzde 35 bile olmamış efektif olarak. Kötü işte.

Aslında bizim bu durumu sonradan fark etmemiz değil, bankanın bize şeffaf bir biçimde anlatıyor olması gerekiyor. Akıl yoluna dönüş şeffaflık gerektiriyor. Şimdi düşünmemiz ve üzerinde çalışmamız gereken meseleler ortada sanırım. İlk soru şu: Bir bankanın borçlanarak topladığı dolarları merkez bankasının swap hesabına yatırması, o bankanın özel sektöre, KOBİ’lere aktaracağı kaynak havuzunu daraltır mı?

Aynı dün Hazine’ye borç vermek gibi, banka şimdi merkez bankasını fonlamak zorunda ise, ödünç rezerv politikası çerçevesinde, bu durum özel yatırımları finansal piyasalardan dışlayıcı bir etki yaratır mı? Benim gördüğüm, bu sorunun cevabı evet. Peki, nasıl?

Bu çerçevede bakıldığında, üçüncü soruda ortada: Makule dönüş sürecinin başarısı için merkez bankasının bir günde rezerv sahibi olması ile üç yılda aynı rezervi biriktirmesi arasında iktisadi sonuçlar açısından bir fark var mıdır? Bana var gibi geliyor.

Doğrusu ben bundan sonrasını değerlendirir, politika tasarlar ve ne yapmamız gerektiğine karar verirken ekonomimizdeki bu ödünç rezerv dinamiğini iyi kavramamız gerektiği kanaatindeyim. Bu durum KKM’den daha büyük bir hasar kaynağı ekonomimizde. Makule dönüş süreci açısından da son derece önemli.

Peki, ne yapmak lazım?

Bu durumda merkez bankasının çabuk rezerv biriktirmesi ile yatırımlar konusunda özel sektörün ikircikliliğini aşmak için ne yapılması gerektiğine odaklanmamız lazım sanırım. Yukarıda akıl yoluna dönüş sürecinde birinci ihtiyacımızın şeffaflık olduğunu vurgulamaya çalıştım. Şeffaflık için bize güçlü bir ekonomi programı lazım esasen. Güçlü bir yapısal reform gündemi olmadan, bu halden makule dönebilmek kolay görünmüyor.

Aslında çerçeve üç aşağı beş yukarı ortada. Öncelikle İklim Kanunu’na 2053 net sıfır yılı hedefini somut bir biçimde ekleyerek işe başlayabiliriz. Hedef kanunlaştıran ve açıklayan ülkeler artık dünyayı sardı. İsterseniz kimler kanuna yazmış diye bir bakın.

Ticaret bloklarına ayrılma eğiliminde olan bu yenidünyada, kanuna yazan ülkelerden biri olmak bana sorarsanız son derece önemli.

İkincisi, 2053 net-sıfır hedefine bizi götürecek ara durakları kısa-orta vadeli hedefleri ortaya koymamız lazım. Öyle, geçen sene açıkladığımız Ulusal Katkı Beyanında olduğu gibi “gelecek 15 yıl ne yaparsan yap, sonrasına sonra bakarız” diyen hedeflerden bahsetmiyorum. En az maliyetli, en etkin, 2053 hedefine de ciddiyet kazandıracak ara hedefler…

Üçüncüsü, 2053 net sıfır yılı hedefinin gerektirdiği idari reform sürecini tasarlamamız lazım. Avrupa Birliği ülkeleri genellikle Çevre Bakanlığı ile Enerji Bakanlığını ve hatta Ekonomi Bakanlığını İklim Değişikliği Bakanlığı adı altında bir araya getirerek işe başlamışlar. Tekerleği yeniden keşfetmemek lazım.

Dördüncüsü, iklim değişikliği gündemi ile yerel kalkınma projelerini bir araya getirecek bir adil geçiş stratejisi ekibi/enstitüsü/mekanizması tasarlamakta fayda var. Bu yolla Türkiye topraklarını iklim değişikliğini dikkate alarak nasıl kullanacağımıza karar vermemiz lazım. Bize bir mekânsal planlama stratejisi lazım. Yeni dönemin DPT’si işte böyle olacak. Aklınızda bulunsun.

Beşincisi, yeni mekân planına uygun olarak, uluslararası kaynakları hemen kullanabilmek için kalkınma ve yatırım bankacılığı reformu yapmamız lazım. Yurt dışından milyar milyar gelebilecek kaynakları ancak milyon milyon kullanabilen mevcut yapıyı elden geçirmemiz, İller Bankası dahil kalkınma ve yatırım bankalarını kendi bilançolarındaki riskleri yöneten kurumlara çevirmemiz lazım.

Altıncısı, sektörel geçiş planlarını da içeren yurt sathını kapsayan, her yerin kendi özelliklerini dikkate alan yerel adil geçiş stratejileri tasarlamamız lazım. Bu planların küresel değer zincirlerindeki yeniden yapılanmayı dikkate almasında da fayda var.

Yedincisi, lojistikten eğitime, sağlıktan kıyı korumaya ve kırsal kalkınmaya tüm kurumsal altyapımızı yeşil dönüşümle uyumlu bir biçimde nasıl dönüştüreceğimize odaklanmamız lazım.

Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği sürecinin modernizasyonun aslında Türkiye’nin dekarbonizasyon gündemi olduğunu da unutmamamız lazım. Bu arada, Ermenistan ile Azerbaycan arasında imzalanacak barış anlaşmasının özelikle Doğu Anadolu için açacağı yeni imkân alanının bilincinde olmakta fayda var.

Unutmayın Ermenistan COP29 başvurusunu geri çekerek Azerbaycan’ın COP29 başvurusunu desteklediği için 2024’te COP29 Bakü’de olacak.

Yıldızlar yine aynı hizada sıralanıyor sanki Türkiye için. Böyle bakıldığında 2024 yılı çok belirleyici olacak. Ya yirmi birinci asrı Türk asrı yapmak için gereken programı ortaya koyacağız. Memleketin istikrar arayışının gerekleri ile küresel yeşil dönüşüm gündeminin imkanlarını harmanlayacağız. Ya da Türkiye Arjantin olacak. Seçim bizim.

Bırakın güneş içeri girsin. Türkiye ekonomisinin şeffaflığa ve açık bir yol haritasına ihtiyacı var 2024 yılında. Hem kolay hem zor. Ama biz daha önce ne badireler atlattık. Artık şerbetli sayılırız.

Ankara, 10 Aralık 2023----------------------------------------------------------NBE2023037

Tüm yazılarını göster