Yoksulluk, yalnızca maddi imkânsızlıklarla değil; aynı zamanda fırsatlara erişim eksikliği, eğitim, sağlık ve istihdam alanlarındaki yapısal eşitsizliklerle şekillenen çok boyutlu bir sorun. Türkiye, son yıllarda makroekonomik büyüme rakamlarına rağmen, toplumsal refahın adil dağıtımı konusunda ciddi sınamalarla karşı karşıya. 2025 itibarıyla yüksek enflasyon, gelir dağılımındaki bozulma ve sosyal destek mekanizmalarının sınırlılığı, yoksulluğun görünürlüğünü ve etkisini daha da artırmış durumda. Bu noktada gözler, sosyal devletin rolüne ve kapasitesine çevrilmiş bulunuyor.
TÜİK’in 2024 yılına ait “Yaşam Koşulları ve Gelir Dağılımı” verilerine göre, Türkiye'de göreli yoksulluk oranı %14,4 seviyesinde. Bu, toplumun yaklaşık 12 milyonluk bir kesiminin asgari yaşam koşullarına dahi ulaşmakta zorlandığını gösteriyor. Dahası, bu oran kentlerde kırsal bölgelerden daha yüksek. Çünkü şehirlerde yaşamak daha pahalı, geçim maliyeti daha ağır. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde kira, ulaşım ve temel tüketim harcamaları, dar gelirli aileleri derin bir ekonomik baskı altına almış durumda.
Türkiye’nin sosyal yardım sisteminin önemli bir ayağını Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından yürütülen şartlı ve nakdi yardımlar oluşturuyor. 2025 itibarıyla sosyal yardım alan hane sayısı yaklaşık 4,1 milyona ulaştı. Bu yardımlar arasında aile destek paketi, yaşlı ve engelli aylıkları, doğalgaz yardımı ve çocuk yardımları öne çıkıyor. Ancak bu destekler çoğunlukla kısa vadeli, geçici çözümler sunuyor. Yardım miktarlarının enflasyon karşısında hızla erimesi, hanelerin ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalmasına neden oluyor.
Türkiye'deki sosyal yardımlar büyük ölçüde merkezi devlet tarafından organize edilmekte. Yerel yönetimlerin sosyal destek sistemine katkısı sınırlı, hatta birçok belediye kaynak ve mevzuat engelleriyle karşılaşıyor. Bu durum, yoksulluğun yerel ihtiyaçlara göre değil, merkezi bürokratik mekanizmalara göre yönetilmesine neden oluyor. Oysa yoksulluk, yaş, cinsiyet, coğrafya, engellilik durumu gibi pek çok değişkene göre farklı biçimlerde tezahür ediyor ve daha yerel, esnek yaklaşımlar gerektiriyor.
Özellikle kadınlar, çocuklar ve mülteciler gibi kırılgan gruplar arasında yoksulluk daha derin yaşanıyor. Kadınların iş gücüne katılım oranı 2025 itibarıyla hâlâ %36 seviyelerinde. Kadınlar için bakım yükünün fazlalığı, güvencesiz işlerde çalışmaya mecbur bırakılmaları ve toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, ekonomik bağımsızlığı doğrudan etkiliyor. Bu da kadın yoksulluğunu yapısal bir sorun haline getiriyor.
Sosyal devletin etkinliğinin bir diğer göstergesi olan eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim ise hâlâ gelir düzeyine göre değişiyor. Kaliteli okula, özel ders desteğine veya özel sağlık hizmetine ulaşabilenler ile bunlardan tamamen mahrum kalanlar arasındaki fark büyüyor. Kamusal hizmetlerin nitelik farkı, eşitliği sağlaması gereken sosyal devleti, farkı derinleştiren bir yapıya dönüştürebiliyor.
Türkiye’nin sosyal devlet anlayışı, uzun süredir yardım temelli bir model üzerine kurulu. Oysa 21. yüzyılın sosyal politikaları, bireyleri sürekli yardıma bağımlı kılmak yerine, onları üretim sürecine yeniden dahil etmeyi amaçlayan, katılımcı ve güçlendirici modeller üzerine şekilleniyor. Sosyal girişimcilik, istihdam temelli sosyal programlar, eğitimde fırsat eşitliği ve yerel destek ağları bu anlayışın temelini oluşturuyor.
Sürdürülebilir bir sosyal devlet modeli için Türkiye'nin artık daha yapısal adımlar atması gerekiyor. Kapsayıcı sosyal güvenlik sistemi, bölgesel eşitsizliklerin azaltılması, çocuk yoksulluğu ile mücadele, yaşlıların bakım hizmetleri ve engelli bireylerin topluma katılımını destekleyen uzun vadeli programlar, sosyal devletin yeniden inşasında kritik başlıklar. Aksi takdirde sosyal yardımlar, sadece geçici bir pansuman olarak kalır ve derinleşen eşitsizlikler, toplumsal huzursuzlukların zemini haline gelir.