Mustafa ARSLAN
Vergi Başmüfettişi
Günümüzde “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sözü sloganlaşarak hem seveni hem de karşı duranı açısından siyasal taraftarlığın bir malzemesine dönüşmüş durumdadır. Söz, bazılarınca bir taraftan “Birilerinin siyaseten ürettiği boş ve anlamsız, siyasal tavır amaçlı bir slogan” denilerek küçümseyemeye çalışılırken diğer taraftan da duyulmasın diye nice tedbirler alınmakta, askeri öğrencilerin ihracına sebep olmakta, eğitim ve öğretimde, gösterilerde kısaca her yerde yasaklanmaya uğraşılmaktadır.
Bu tür yasaklayıcı tavır ve davranışların beyhude bir çaba olduğunu, sözün sadece geçici bir heves ve geçici bir slogan olmadığını göstermek için rahmetlik Buhurcu dedemle olan anımı paylaşma ihtiyacı hissettim.
Biliyorum ki, bir siyasal taraftarlık çerçevesinden bakılarak oluşturulan bu yasaklayıcı tavırların ve söylemlerin gerekçeleri hiç de samimi değil.
Oysa bu söz, toplumun etinde kemiğinde, kalbinde ve damarlarında yer etmiş; Ordusunu bu inançla yetiştirmiş.
Bir orduyu yenmek istiyorsanız önce onun değerlerini, kutsallarını çarpıtıp büküp eğerek küçümseyecek, sonra da bu değerlerin bayağı olduğunu gösterecek ve inandırmaya çalışacaksınız.
Görülen o ki bir kısım siyasal İslamcılar farkında olmadan!? Emperyalizmin ekmeğine yağ sürerek bu çarpıtma ve büküp eğmeyi, “küçümsemeyi” bilerek ve isteyerek taraftarlarını konsolide etmek için yapıyor ve bunu kutsal bir görev gibi görüyor.
Değerleri ve kutsalı olmayan orduların sonunun ne olduğunun örneği için tarihe müracaat etmeye gerek yok yakınımızdaki Suriye’ye, Irak’a bakmak yeter.
Köyümüz Nasılla’da Buhurcu Mustafa dedemden Atatürk’le ilgili anıların var mı diye sorar anlatmasını isterdik. Dedeme kendi yaşıtları ya da yakın yaşıtları Buhurcu Mustaa diye, kendinden büyük yaşlılar ise bazen Sarı Mustaa, bazen de Buhurcu Mustaa diye hitap ederdi.
Dedem bize, bu lakabın “ Bizim bir konar göçer aşiretimiz var idi. Onun adı da “Buurcu” idi. Besleyip güttüğümüz develerin damızlık erkek olanlarına “buhur devesi” dinirdi. O nidenden bizim lakabımız bööle galmış.” derdi. Söylediğine göre aşiretin bir kısmı konar göçerlik bir kısmı da Konya/Karaman-Silifke arasında konar göçerliğe ek olarak develerle taşımacılık yaparmış.
Bizim çocukluğumuzda ise araba yolu olmayan Göksu ırmağı vadisinden yaklaşık 15 km kadar yukarıdaki dağlık arazi Yörük köyü Nasılla’da yarı yerleşik bir hayata çoktan geçilmiş, “buhur devesi” devri kapanmış yerini ata bırakmıştı.
Dedem geleneği yürütmekle çağa ayak uydurmak arasında kaçınılmaz seçenekle karşı karşıya kaldığında çağa ayak uydurmayı seçmiş ve artık tarihsel ömrünü tamamlayan kimse tarafından kullanılma ihtiyacı kalmayan buhur devesi yerine benzer işin devamı niteliğinde yarı göçerlikle birlikte damızlık at beslemeye başlamıştı. Bir taraftan da çevre köylerin katır ihtiyacından bunu yaptığını söyleyerek kendini inandırmaya çalışırdı. Atı da her işte kullanırdı; taşımacılık, çift sürme, çekim, düven sürme, su taşıma ….vs. aklınıza ne gelirse.
Dedem, Kurtuluş savaşı biter bitmez askere giden ilk gruplardanmış. Kendisi okuma yazma bilmezdi. Askerliğini Adana’da merkezde yapmış. Atatürk’ün Adana’ya gelişinde karşılama birliğinde yer almış. Onun gözünde Atatürk bambaşka biri. Doğumu sorulduğunda “Gafa gaadına bakarsan binüçyüzbeşliyim” derdi.
O anlatıyor biz dinliyoruz. Ama daha anlatmaya başlar başlamaz gözlerinden yaşlar boşanıyor.
Dedemin gözlerinin yaşlanmasına hiç tanık olmamıştım. Büyükler ağlamaz derlerdi ya, yalan olduğunu gözlerimle gördüm, tanık oldum. Yaşlı Buhurcu Mustafa dedem, Kemal Paşa adını duyunca gözlerinden yaşları salıvermişti.
Anlatmaya başladı gözlerinin yaşını silerek:
“O vakitler, sefeebellik yüzünden göyde adam galmamıştı; göy nirdeyse gadınlar göyü olmuştu. Harp bittiğinde benim yaşıtlarımın askerlik çağı gelmişti. Ben, Şapık Goca, İrfat Goca. Garoğuz Ormanını geçtikten sona Deermendere üstünden, şimdiki Göksu neerindeki Sülüke Köprüsünün ilerisinde Dekeler’de kayıkla karşıya geçilir, kayıkçıya para virilir, geçiş parası-kayık parası kaç gayme hatırlamıyom.
Sona Sülüke, Taşucu üzerinden gemi ile Mersin ve daha sona da trenle Adana’ya geldik. Treni de ilk defa o zaman gördüm. Tren didimse gapgara, goca kafalı, uzun mu uzun bir gırkayak gibi bişey.
Gışlaya vardık. Bir süre talim ittik. Sonra, bizim bölük ve diğer bölüklerle birlikte tren istasyonunda Kemal Paşa’nın gelmesini bekliyok.
Tren çuf çuf diye sesler çıkararak geldi, durdu. Kemal Paşa geliyor! diye bir uğultu koptu. Paşa, yürüdü yürüdü, tam gırkayan orta yirinde bizim birliğin önünde durdu.
O’nu gördüm; sarı fışlak dev gibi bir adamdı, gocaman, benim gibi gözleri masmaviydi, Teslime ebenizin gözleri gibi.
Birliğin ortasına gelince durdu, bize döndü esas duruşa geçip kuvvatla bir “Merhaba Asker! Nassıngız!” didi. Biz de aynı kuvvatla “Sağol! Sağol!” diye cuap virdik.”
Askerlik yapanlar bu ritüeli iyi bilir, ritüel halen her sabah içtimanın ardından bütün askeri birliklerde tekrarlanmaktadır.
Benim hatırladığım bir başka dikkatimi çeken şey köylülerin gözünde Kurtuluş Savaşı’nın da Çanakkale Savaşı’nın da bir olmasıydı. Her iki Savaşı da bir görürler ve her ikisi için de “sefebeellikte” deyimini kullanırlardı.
Ben ilk başlarda anlamlandırmakta güçlük çektim. Çünkü bizim okuduğumuz resmi tarih ders kitaplarında “Seferberlik” neredeyse hiç geçmezdi ve ne anlamı olduğunu da bilmezdik. Zamanla okuyarak öğrendik: Köylüler Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlı İmparatorluğunun katılımıyla Padişahın “Seferberlik” ilanını kastediyorlardı. Onların gözünde Çanakkale Savaşı ile Kurtuluş Savaşı farklı savaşlar değildi, Seferberlik’in gerçekleştirildiği bir bütün, birbirini tamamlayan savaşlardı bu savaşlar.
Köyümüz Nasılla’da Atatürk adını kullandıklarına hiç tanık olmadım. Onların gözünde Atatürk değil, Kemal Paşa vardı.
Kemal Paşa! Savaş kaybetmemiş, ırzlarını, namuslarını korumuş, kollamış, düşmanları yok etmiş gerçek bir kumandan! Ve bu yüzden orta boy kadar ancak olan Atatürk, dedemin gözünde kocaman dev gibi cüssesi olan “sarı fışlak” bir kumandana dönüşmüştü.
Şimdi düşünüyorum da aslında bu deyimi söylerken dedem bize bilinçli bir şekilde söylemişti. Çünkü o da sarışındı, o da mavi gözlüydü; belki de bu benzerlikle paralellik kurarak başarılarda payı olduğuna inanıp hayranlığını bu şekilde çocuklara göstermek istemişti. Eğer bir de günümüz bilgilerine göre vakti zamanında aşiretinin Karaman yöresinden Balkanlara göç ettiğini bilseydi acaba ne düşünürdü! Tahminimce hayranlığının hududu olmazdı.
O, savaşlar kazanmış bir kumandanın askeriydi ve bir kurtarıcının askeri olmakla gurur duyuyordu.
Köyün hocası Naci hoca, vefat ettiyse Allah rahmet eylesin, köylülerin aralarında imece usulü topladığı çok az bir para ile çoğu zaman da gönüllü olarak, köyün çocuklarına yazları Kur’an eğitimi verirdi.
Naci hoca, kutsal zeytin ağacının altında köyün çocukları yarım ay şeklinde toplar, dini eğitim verirdi.
Kutsal zeytin ağacının altında erkek-kız karışık oturulurdu. Erkek çocuklar bağdaş kurar, kız çocukları başları boyun altından bağlamalı bir çalma ile otururlardı. Ezbere dayalı bir eğitimdi. Önce, Naci hoca elindeki uzun çubukla sırası gelen öğrenciyi göstererek işaret verir çocuk da hangi surede ise onu okumaya başlardı. Kur’an namaz sureleri böylelikle sıra ile tekrar edilir ve çocukların sureleri ezberlemesi amaçlanırdı.
Bu yöntemde her çocuk hangi sureyi okumayı bitirmiş ise sırayı sonrakine devreder, sırası tekrar gelince sonraki sureyi okumaya başlardı. Sureyi okuyamayan diğerlerinin bu sureyi tekrar etmesi ile okuma daha doğrusu ezberleme devam ederdi.
Her gelen çocuk önce “Ne zamandan beri Müslümansın? Galü Beladan beri; Peygamberin kimdir?, Hz Muhammet” gibi kalıp soru ve cevapları Kelime-i Şehadet’i sonra da Kur’an surelerini bir sıra dahilinde öğrenmeye başlardı. Önce Süphaneke’yi bir süre sonra da bir çok sure ile Sallibarik, Gulfü, İzaca, ….. ve sonra da Elemtere’yi okuması gerekiyor ardından da İslamın şartlarını, imanın şartlarını, 32 farzı, namazın içinden dışından farzlarını, sünnetlerini, rüku, secde …….en sonunda da Yasin-i şerif öğrenirdi.
Eğitim, bu sırayı takip eden ezbere dayalıydı. Haliyle ne kadar çocuk varsa en az o kadar kez, sure ve diğer bilgiler kalıp soru-cevaplar tekrar tekrar okunurdu. Bu tekrarlara, çocuğun sureyi düzgün okumadığında tekrarlamaları da eklenirse tekrar sayısını siz düşünün.
Naci hocanın elindeki değnek, yanlış anlaşılmasın, okuyamayanı okutmaya çalışmak için ya da haylazlık yapanı terbiye etmek için değil, çocuklara sırasının geldiğini göstermek için kullanılırdı, biz çocuklar da bunu böyle bilirdik.
Naci hocadan Allah razı olsun. Başka yerlerde ve başka zamanlarda sopa ile güya terbiye amaçlı şiddet uygulamaya çalışıldığını duyduğumda dehşete düşmüştüm.
Hatta ve hattasın da bir defasında zeytin ağacı altında bu yazının konusu olan ilginç bir olay yaşadık. Köye akrabasının yanına yeni gelen bir ailenin çocuğu ilk sure olarak Naci hoca “Süphaneke’yi oku bakalım” dediğinde diğer çocukların çok iyi bildiği tekerlemeyi söylemeye başladı: “Süphane, sümsümdeke, anan geçi baban deke” Biz çocuklar gülmekten kırıldık. Ama Naci hoca yine de olumsuz kötü bir tepki vermedi, çocuğa bunun yanlış olduğunu söyledi. Çocuk önce biraz ısrar etti “Ben böyle duydum” diye ama bu duyduğunun Kur’an suresi değil bir çocuk tekerlemesi olduğu ona hatırlatılınca vazgeçti.
Eğitime ara verildiğinde biz çocukların en büyük zevki zeytin ağacının kovuklarında, dallarında saklambaç ve kovalamaca oynamaktı. Ağaç o kadar büyüktü ki biz bu oyunları oynayabiliyorduk. Ama sanırdık ki, tüm çocuklar böyle bir ağaçla oynuyor. Oysa bunun sadece bize özgü, bu ağaca özgü olduğunu çok sonraları öğrendim.
İşte bu yüzden çocukların dallarında kovuklarında mutlu mesut oyun oynadıkları zeytin ağaçlarını yaşatalım; yaşatalım ki çocuklarımıza “Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler” duyarlılığında doğaya dair güzel bir miras bırakalım.
Benim eğitim aldığım Naci hoca ile mahallede-okulda, çevrede duyduğum diğer hocalar arasında dağlar kadar fark vardı.
Bir gün zeytin ağacına Kur’an eğitimi için bir çocuk daha geldi. Çocuk, bir aile sorunu nedeniyle Ortaören’de Kur’an Kursuna gönderilmek zorunda kalınmış. Sonra da yaz için ara verilince köye dedesi Çopur gocanın yanına gelmiş ve bizimle birlikte eğitime katılmıştı. Dedemin dimesine göre Çopur goca, dedemden küçükmüş ve onlardan iki yıl sonra askere gitmiş.
Oyun bitmiş sırama henüz geçmiştim, çocuklardan biri eğitim başlamadan önce, tam hatırlamıyorum ilkokul birinci sınıfı bitirmiş ikinci sınıfa geçmiş olsa gerek, Atatürk’le ilgili “….bizi kurtardı” minvalinde bir şeyler söyledi. Sonradan Ortöören’den gelen çocuk şiddetle cırlavık gibi bağırarak karşı çıktı, “…O bir cavır, dinsiz imansız, dinimizi imanımızı düşmana satmış biri. Allah onu cehenneme yolladı…cavır icadı radyo, televizyon diye bişey çıkarmış millete dinsizlik ööretirmiş..” diye sözler etti. Bizler şaşkın şaşkın ne olduğunu anlamaya çalışarak neden tepki verdi diye çocuğa bakıyoruz.
Naci hoca tam bu arada geldi. Çocukların söylediklerine tanık oldu. Ardından Naci hocanın hiddetle söylediklerini daha dün gibi hatırlıyorum:
“Bak oğlum; Kemal Paşa, senim benim, analarımızın babalarımızın ırzını, namısını gurtardı, analarımızı babalarımızı açlıktan gurtardı, en başta da düşmandan gurtardı; bir kere bi Müslüman bi Müslümana böyle şeyler dimez, hele Müslümanlığı kurtaran bir kumandana asla böyle bir şey dinmez, tevbe et! Sana anan baban anlatmadı mı nasıl aç galdıklarını, darı sömee yimek durumunda galdıklarını, eşeklerin atların, öküzlerin arpalarını yimek durumunda galdıklarını, hıı! Sana söylemediler mi anlatmadılar mı, oğlum! Kumandan Kemal Paşa geldi bunları bitirdi, çok şükür, Allah’a bin şükür aç, açıkta kalmadık, dinsiz imansız gonmadık; Kemal Paşa sayesinde. Hem sonra Kemal Paşa devletimizin gurucusu, n’olursa olsun devletin kurucusuna laf idilmez. Günaha giriyon çocuk, Allah çoluk çocuk dinnemez, günah yazar, kim sana bunları söylediyse devletin, milletin ve hatta bu köylünün düşmanıdır, böyle bil”.
Evimiz köyün ortasında sayılırdı. Ama dağda keçilerle uğraşmaktan eve gelmeye çoğu zaman vakit olmazdı. Köyün ortasında, meyve vermeyen dört kocaman dut ağacının gövdesine yaslanmış, yapraklarını kendine gölgelik yapmış köylünün toplanma alanı Köşk de buradaydı. Köşk dedimse yarım metreden biraz fazla yüksekliğinde etrafından iki kat tahta parmaklıkla çevrili dört köşe 15-20 metrekare kadar basit tahta döşemeli bir tür kamelya; köylünün bir araya geldiği, bağdaş kurup sohbet ettikleri, dut ağaçlarının gölgelik olduğu, açık alan bir ortak toplanma yeri. Anlayacağınız köyün bir anlamda kahvehanesi.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra Teslime ebem bana belindeki kuşağından çıkardığı birkaç payam vermiş su kabaklarını kontrol etmemi ve çeşmeden su getirmemi istemişti. Yoyulmuş, gicimiklenmiş peynir yüzünden örtme hava alsın diye kapıyı da gındırık bırakmıştı.
İşte, su kabaklarını kontrol ederken bu çocuğu Köşk’ün dut ağacına yaslanmış, süklüm püklüm otururken buldum. Çocuk titriyordu. Bir eliyle dizindeki küçük bir yaranın kenarını deviyor diğer eliyle de yüzünü sıvazlıyordu. Gördüğüm kadarıyla çocuğun dizindeki yara, azıcık göğermiş, havakmıştı.
Belki de azardan dayaktan kurtulurum diye buraya gelmişti.
O, birkaç gün önce kutsal zeytin ağacının altındaki duğan şimdi bir serçe!
Ardından Buhurcu dedem gapıyı iyice aralayarak örtmeden çıkıp geldi. Çocuğu görünce hışımla kolundan tuttuğu gibi kenara çekti, biraz kızgın ve hiddetli bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
“Çopurun torunu! Sen niden de öyle konuşdun. Diğer yaşlıları bilmem, ama bu köydeki ben yaşların hepsi Kemal Paşa’nın askeriyik, Paşa’ya laf ittirmem, ben yaşlar da ittirmez. Sen dinini imanını kimden öörendin de, Kemal Paşa hakkında böle böle konuşuyon. Diyivir bakay şindi, kimden öörendin sen bunu? Belli ki din millet düşmanı birileri sana bunu ööretmiş. Senin Çopur deden de Kemal Paşa’nın askeriydi. Bu söylediklerini duysa alimallah emdiğin südü fitil fitil burnundan getirir.”
Çocuk, yavaşça; “Dedem zaten bu yüzden beni çok azarladı, döödü. Gurtulayım diye seedirken Ellez dayının beğ dudunun köküne dakılıp kalaklayıvirdim. Dizim yaralandı. Soona Göşke geldim ki beni gurtarırsın diye. Hani sen öndüün didiydin ya baa, gel diye, o nidenden buraya geldim Mustee Emmi. Şindi sen baa kızıyon amma, bu benim suçum deel! Kur’an Kursunda bana böyle öörettiler. Bana ne öörettilerse onu söyledim ben” dedi, ağlayarak.
Dedem hiddetini dizginleyip birden değişti, başladı çocuğun başını okşamaya, sonra da söykenmeye; “Aniiçi de …! Ben sandımı ki çocuk diğer çocukları bizzikleyip durur! Meğer çiğelik yaparlarmış da habarımız yoomuş, Allah bunların belasını virsin! Huncaazın günahına girecedim, bir daha bunlara zekât virirsem Allah benim de belamı virsin, başka işleri yokmuş gibi bir küçücük sabiye neler ööretmişler neler!”
Olaydan önceki gün dedem, Köşk’ün kenarında çocuğun anadan-babadan ayrı gariban halini görünce çocuğa yardımcı olurum maksadıyla bir ihtiyacı var mı diye öğrenmek için konuşturmaya çalışmış, çocuğun cevap vermediğini görünce Teslime ebemi çağırmış: “Garııı.! Şuncaaza bi su vir, tuluktan ossun, buz gibi! Dilmitle ağüzüm, sıkma da getir, garnı doysun. Gargıcak’dan gelen gaysinin ulmamışından da virivir, yisin; yisin de gendine gelsin. Çopur gocanın tin gabaklığı dutmuş gine, bi şey yapmış bu oğlana. Oğlum bak, hiç çekinme, ne ihtiyacın olursa baa gel, eyi mi! Annadın mı?”
Teslime ebem, dedemin söylediklerini getirmiş çocuğa vermiş “Çok mu acıktın, Çopur goca saa bi şey virmedi mi?” dimiş. Çocuk da “Heye, virmedi, azıcık bi şeydi virdi, Gargıcak’dan getirilen sepette gıcırdım gibi gaysi vardı amma baa virmedi.” Diyerek dedemin kızgınlıkla ve hiddetle söylediğinin etkisinde kararsız, ne diyeceğini bilemez halde konuşmuştu.
Dedem önce çocuğu korumaya çalışmış ama çocuğun sonradan onun değer verdiği şeylere hakaret ettiğini duyunca ilk fırsatını bulduğunda ona kızgınlıkla ve hiddetle bağırmıştı.
Dedemdeki bu tavır değişikliğinden sonra çocuğun yüzü birden yeyniledi, yüzündeki korku dolu endişeli hali kayboldu, o ağırlık gitti, gülümseyen bir yüz geldi.
Çok sonraları öğrendim ki Ortaören’deki bu Kur’an Kursu Devletin değil Süleymancılara aitmiş, onlar tarafından kurulmuş ve onlar tarafından yönetiliyormuş… Her yıl gelirler köylülerden zekât adı altında davarı olandan davar, buğdayı olandan buğday, Allah ne verdiyse toplarlardı. Buhurcu Dedem ve köylüler bir daha da onlara zekât vermedi.
Evet, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sözü boşuna bir söz değildir; bu toplumun canına, kanına işlemiş olan “Kemal Paşa’nın Askeriyim” diyen yüzbinlerce, milyonlarca yeni Buhurcu Mustaaların sözünün sevgiyle, saygıyla harmanlanmış yeni tezahürüdür.
Söz: Toros Yörüklerinin gözünde geçmişlerini ve bugünlerini geleceğe bağlayan bir manevi zincirdir.
Bu yüzden Yörük, tutkusunu bu zincirle geleceğe bağlamıştır.
Söz: bu sevgiyi, bu saygıyı, bu tutkuyu anlatır, O’nu yad eder.
Eski Türkler de öyle yapar, atalarını törenle yad ederlerdi.
İnsanları eski geleneklerin yeni versiyonunu uyguluyorlar diye yasaklamalar, engellemeler yapmaya çalışmak, suçlayıcı tavırlar takınmak; manasız, sonuçsuz ve başarı şansı olmayan bir politikadır.
Değerlerin yok edilmeye çalışıldığı bu zamanlarda değersizleşmeye bir tepki olarak insanların eski değerlerini yeniden hatırlayıp ona sarılması yeniden yorumlaması, yeni ve modern ritüeller üretmeye çabalaması kadar doğal bir şey yoktur.
Aslında “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sözü işte bu değersizleşmeye, değer yitimine, değersizleşmeden siyasi rant devşirmeye çalışan fırsatçılara, utanmazlığı bir ahlaki değer olmaktan çıkarmışlara, “alacaklıyız” diye üste çıkmaya çalışan zihniyete bir tepkidir bir duruştur; değersizleşmeye karşı manevi bir sığınaktır.
Manevi sığınaklar kolay inşa edilmez, edilince de onu yıkmak öyle kolay olmaz. Çünkü o söz, artık milletin bağrındaki “milli ve manevi değerler”den olmuştur, millete mal olmuştur.
“Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sözünü geçmişimize saygı ve daha güzel bir gelecek kurmak için; tek başına değil, hep birlikte; hep bir ağızdan ve her daim hem de yüksek sesle, avazımız çıktığı kadar yüksek sesle, bir olduğumuzu bir bütün olduğumuzu hissederek söylemeliyiz.
Ne mutlu Mustafa Kemal’in askerlerine,
Ne mutlu Mustafa Kemal’in askeri olabilenlere,
Ne mutlu Mustafa Kemal’in askeriyim diyebilenlere…
“Kemal Paşa’nın Askeri” rahmetli Buhurcu Mustafa dedem ve “Kemal Paşa’nın askeri”yim diyen tüm asker arkadaşlarının anısına saygıyla...