Burcu ALPTEKİN
Vergi Müfettişi
Uluslararası vergi mimarisinin özellikle 2010 sonrası dönemde OECD/G20 ekseninde meydana gelen normatif dönüşümle birlikte geçirdiği yapısal kırılma, fon akımlarının küresel düzeyde yalnızca sermaye hareketleri, yatırım stratejileri veya ekonomik büyüme parametreleri üzerinden değerlendirildiği klasik paradigmanın giderek anlamını yitirdiği, bunun yerine fonun hangi varlık sınıfında bulunduğundan bağımsız olarak hangi hukuki kabuk içinde taşındığı, hangi bölgesel ekonomik alanlarda substance (gerçek faaliyet (ekonomik içerik) üretildiği, hangi holding merkezlerinde sermaye kazançlarının kristalize edildiği ve hangi çifte vergilendirme anlaşmaları üzerinden taşınarak nihai yatırımcıya ulaştığı gibi katmanları iç içe geçiren çok boyutlu yeni bir analitik zemine evrildiği bir dönemi ifade etmekte; bu yeni dönem, serbest bölgelerin yalnızca üretim ve ihracat odaklı operasyonel merkezler değil, uluslararası vergi düzenlemeleri karşısında ekonomik gerçeklik yaratma kapasitesine sahip “substance nodları” olarak fonksiyon kazandığı, holding yapılanmalarının vergi avantajı arayışının ötesine geçerek sermaye dağıtım mekanizmalarının koordinasyon motoru hâline geldiği ve çifte vergilendirme anlaşmalarının bir yandan vergi yükünü minimize ederken diğer yandan fon akışının yönünü, süresini, maliyetini ve hukuki risk profilini belirleyen uluslararası bir trafik sistemi gibi çalıştığı çok katmanlı bir düzen yaratmış; özellikle Pillar Two sonrası dönemde küresel asgari vergi tartışmalarının, düşük vergili serbest bölgelerin cazibesini mutlak olarak ortadan kaldırmak bir yana, bu bölgelerde daha yüksek düzeyde substance (gerçek faaliyet (ekonomik içerik) üretimini zorunlu hâle getirerek rekabetin şeklini değiştirdiği; dolayısıyla fon yönlendirme stratejilerinin artık salt oran kıyaslamalarına değil, serbest bölge-holding-ÇVÖ üçgeninde yaratılan bütünleşik vergi mimarisinin derinliğine, uyumluluğuna, hukuki istikrarına ve operasyonel tutarlılığına bağlı olarak şekillendiği; bu yapısal dönüşümün ulusal ekonomiler açısından bir tehdit değil, tam tersine doğru kurgulandığında fon akımlarını çeken, sermaye dağıtım ağlarında merkezileşen, üretim-ticaret-finans üçlüsünü bütünleyen yeni nesil rekabet üstünlükleri yaratabileceği gerçeğini ortaya koyduğu görülmektedir.
Kavramsal ve Teorik Çerçeve
Fon hareketlerinin modern uluslararası vergi düzeni içindeki konumunu açıklamak amacıyla geliştirilen kavramsal çerçeveler, geçmişte “low tax jurisdiction seçimi” (düşük vergi bölgesi seçimi) ve “treaty shopping” (anlaşma alışverişi (avantajlı anlaşma seçimi) odaklı nispeten lineer modeller üzerinden yürütülmekteyken, günümüzde fonun bir ülkeden çıkışından başka bir ülkede değer kazanımına kadar geçen tüm aşamaların serbest bölgelerde oluşturulan fiziksel/operasyonel altyapı, holding merkezlerinde kurulan hukuki-stratejik koordinasyon ve çift taraflı/veri temelli bilgi değişimi mekanizmalarıyla güçlenen ÇVÖ ağları çerçevesinde yeniden kurgulanması gerektiğini ortaya koymakta; zira serbest bölgeler artık yalnızca üretim maliyetlerini düşüren alanlar değil, fon akımının asgari vergi düzenlemelerine karşı korunmasını sağlayan ekonomik gerçeklik üretme merkezleri olarak işlev görmekte, holding yapılanmaları yalnızca temettü akışını optimize eden pasif kabuklar olmaktan çıkarak, global tahsis kuralları çerçevesinde finansal varlıkların nerede, nasıl, hangi risk profiliyle değerlendirileceğine dair stratejik kararların koordinasyon noktası hâline gelmekte ve ÇVÖ anlaşmaları artık salt stopaj oranı avantajı sağlayan belgeler değil, fonun hukuki güvenliğini, yatırımcının mukimlik statüsünü, transfer edilebilirlik koşullarını ve vergi sonrası net getiriyi belirleyen uluslararası sözleşmeler sistemi niteliğini kazanmaktadır; bu nedenle çağdaş uluslararası vergi planlaması, üçlü yapının eş zamanlı ve eşgüdümlü işlediği dinamik bir “vergisel ekosistem” modeli üzerinden anlaşılmalı, fon hareketlerinin yalnızca maliyet düşürme aracı olarak değil, yatırımcı davranışlarını, ticari faaliyetlerin lokasyon stratejilerini ve ülkeler arası sermaye rekabetini şekillendiren bir üst düzey ekonomik mühendislik alanı olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
Uluslarüstü Düzenler, OECD, AB, UN;
Uluslararası literatürün serbest bölgeler, holding yapılanmaları ve çifte vergilendirme anlaşmalarını ayrı kategorilerde değerlendirmekten giderek uzaklaşarak bunları ortak bir fon akımı perspektifi içinde ele alma eğilimi özellikle BEPS süreci ve onu izleyen Pillar Two reformlarıyla birlikte belirginleşmiş; OECD’nin BEPS Final Raporları, AB Komisyonu’nun ATAD I–ATAD II yönergeleri, Birleşmiş Milletler’in Gelişmekte Olan Ülkeler İçin Vergi Rehberi, IMF ve Dünya Bankası’nın cross-border investment raporları ile Uluslararası Ticaret Odası (ICC) ve Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA) raporları incelendiğinde, fon akımlarının yalnızca stopaj avantajları üzerinden değil, ekonomik gerçeklik testleri, anti-abuse (kötüye kullanımı önleyici (düzenleme) mekanizmaları, controlled foreign company (CFC) (kontrol edilen yabancı kurum) kuralları, hybrid mismatch düzenlemeleri (Hibrit Uyumsuzluk Düzenlemeleri), principal purpose test (PPT) (temel amaç testi), limitation on benefits (LOB) (fayda sınırlaması kuralı) hükümleri ve minimum asgari efektif vergi oranı gereklilikleriyle birlikte düşünülmesi gerektiği sonucunun ortaya çıktığı görülmekte; serbest bölgeler bağlamında yapılan araştırmalar free zone’un artık vergi avantajı sağlayan özel alan değil, küresel tedarik zincirlerinin düğüm noktası olduğu; holding yapılanmalarına ilişkin literatürün de sermaye kazancı muafiyetleri, katılım istisnaları ve royalty/interest akımlarının yeniden yapılandırılmasının hukuki meşruiyetle birlikte değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamakta; ÇVÖ anlaşmalarına ilişkin çalışmaların ise treaty shopping olgusunu artık salt vergi kaçakçılığı bağlamında değil, fonun yasal güzergâh seçimini belirleyen meşru stratejik unsur olarak da ele aldığını ortaya koymakta ve tüm bu kavramsal çerçeve bir araya getirildiğinde fon akımlarının modern dönemde serbest bölge-holding-ÇVÖ üçgenini ayrılmaz bir bütün olarak ele alan yeni nesil analizlere duyulan ihtiyacı şahsi kanaatimizce açıkça göstermektedir.
Serbest bölgeler, holding yapılanmaları ve çifte vergilendirme anlaşmalarının kesişim noktasına ilişkin çağdaş literatür, özellikle 2018 sonrası dönemde giderek artan şekilde fon hareketlerinin bölgesel kümelenme dinamikleri, hukuki esneklik kapasitesi, anlaşma ağlarının topolojik yapısı ve çok katmanlı vergi avantajı dizilerinin eşzamanlı işlediği karmaşık yapıların analizine yönelmiş; örneğin serbest bölgelerin dönüşümüne odaklanan çalışmalarda, bu bölgelerin yalnızca ihracat odaklı üretim ve ticaret faaliyetlerini içeren geleneksel yapılar olmaktan çıkarak, Pillar Two sonrasında gerçek faaliyet, çalışan niteliği, sabit yatırım bileşenleri, AR-GE kapasitesi ve dijital tedarik zincirlerinin koordinasyonu gibi unsurları içeren “yüksek gerçek faaliyet gerektiren mikro-ekonomik ekosistemler” hâline geldiği; holding yapılarına ilişkin araştırmalarda, klasik holding kavramının vergi avantajı sağlayan pasif kabuk olmaktan çıkıp, finansal varlıkların coğrafi dağılımını, sermaye çıkış giriş hızlarını, şirketler arası borçlanma modellerini, royalty akışlarını, fikrî mülkiyet konumlandırmasını ve sermaye kazancı zamanlamasını yöneten stratejik merkezlere dönüştüğü; çifte vergilendirme anlaşmaları literatüründe ise anlaşma ağının artık yalnızca stopaj oranlarının indirildiği ikili metinler değil, anti-abuse hükümleri (kötüye kullanımı önleyici (düzenleme) (PPT, LOB, anti-fragmentation parçalamayı önleme (kuralı)), bilgi değişimi, karşılıklı anlaşma prosedürleri, çok taraflı anlaşma (MLI) etkileşimi ve dijital ekonomi vergi kuralları ile birlikte dinamik bir uluslararası yönlendirme sistemi olarak görüldüğü ifade edilmekte; tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde literatür, gayet tabii denilebilir ki; fon akımlarının yalnızca vergi avantajı içeren noktalara yöneldiği eski paradigmanın geçersizleştiğini, yerine “çok katmanlı optimizasyon alanı” olarak tanımlanabilecek; yani serbest bölgenin işlevsel gerçeklik üretme kapasitesi, holding yapısının sermaye koordinasyon gücü ve ÇVÖ ağının hukuki güzergâh yaratma fonksiyonunun eş zamanlı çalıştığı bir uluslararası sermaye mimarisinin ortaya çıktığını göstermektedir.
FAÜ Modelinde Fiskal Akış Üçgeni
Şimdi tüm detaylandırdığımız hususları Fiskal Akış Üçgeni (FAÜ) Modeli çerçevesinde yorumlayabiliriz elbette, şöyle ki; bu model bahse konu fon akımlarının modern uluslararası vergi düzeninde hangi hukuki çerçeveler altında hareket ettiğini, fonun kaynağından nihai yatırım alanına ulaşıncaya kadar hangi kurumsal kabuklardan geçtiğini, bu kabukların her birinin fon akımındaki vergi yükünü, hukuki güvenlik seviyesini, işlem maliyetini, bilgi değişimi riskini, anti-abuse testlerini ve küresel asgari vergi gerekliliklerini nasıl etkilediğini açıklamak üzere kullanılabilir olup; bu model çerçevesinde, fonun vergisel kaderinin tek bir düzenleme unsuruna değil, serbest bölgenin üretim ve operasyon kapasitesi (substance), holding yapılanmasının sermaye dağıtım ve gelir sınıflandırma fonksiyonları, ÇVÖ anlaşmalarının stopaj, mukimlik, kalıcı işletme kriterleri, LOB/PPT hükümleri ve MLI etkileşiminden oluşan hukuki güzergâh belirleyici yapısı gibi eş zamanlı işleyen üçlü mekanizmaya bağlı olduğunu yorumlayabiliriz; nitekim yorumladığımız fiskal akış üçgeninin dinamiklerinin FREE ZONE, HOLDİNG VE ÇVÖ ANLAŞMALARI olduğu hipotezi bağlamında FAÜ modeli, fon akışını üç aşamalı analizle inceleyecektir:
Dahası FAÜ modelinin fon akımlarının vergisel yapılandırılması ekosistemine entegrasyonundaki çığır açıcı yönü ise, fon akışını yalnızca statik vergi avantajı üzerinden değil, üçlü mekanizmanın birlikte çalıştığı dinamik bir sistem olarak açıklaması, böylece klasik vergi planlaması literatürünün aksine fon akışında “tek adım optimizasyonu” değil, “sistemik optimizasyon” yaklaşımını esas alması ve fon akımlarının yönünü belirleyen ana faktörün yalnızca düşük vergi oranı olmadığını, operasyon-hukuk-sermaye koordinasyonu üçlüsünün karmaşık denkleminde optimum dengeyi bulan ülkelerin ve yapıların küresel sermaye çekme gücünü belirlediğini göstermesi olacaktır hiç şüphesiz…
Pillar Two Sonrası Vergisel Geçirgenlik Azalması (VGAH)
Pillar Two’nun getirdiği 15% asgari vergi eşiği, küresel sermayenin düşük vergili yargı alanlarına yönelme motivasyonunun ortadan kalktığı yönündeki yaygın kanaati destekler görünmekle birlikte, bu alanda nitelendirebildiğimiz ve yorumsal mecraya taşıyabildiğimiz ölçüde ve benzer şekilde ifade edebiliriz ki, Vergisel Geçirgenlik Azalması Hipotezi (VGAH), söz konusu reformların fon akışını durdurmadığını, ancak fonun geçeceği kanalların sayısını azalttığını, bu kanalların ise yüksek üretim seviyesine, hukuki şeffaflığa, güçlü ÇVÖ ağlarına ve gelişmiş holding koordinasyon kabiliyetine sahip ülke ve bölgeler tarafından oluşturulduğunu ileri sürdüğü söylenebilir, ki başka bir ifadeyle; Pillar Two, fon akışının yönünü daraltmakta fakat durdurmamakta, düşük vergi avantajı yerine “yüksek bütünleşik uyum seviyesi” arayan fon hareketleri yeni dönemde serbest bölgelerin gerçek üretim kapasitesiyle, holding merkezlerinin finansal mühendislik kabiliyetiyle ve anlaşma ağlarının hukuki istikrarıyla yakından ilişkilendirilmektedir; bu nedenle küresel vergi avantajı artık gizlenmiş veya pasif yapılarda değil, açıktır ki gerçek faaliyet üreten serbest bölgeler ile vergi uyumunu yüksek düzeyde sağlayan holding merkezlerinde yoğunlaşmakta; böylece fon akışının geçirgenliği azalmakta fakat nitelikli merkezlere doğru yoğunluğu artmaktadır.
Türkiye’nin Stratejik Konumu
Türkiye’nin 20 serbest bölgeden oluşan yapısı, 80’i aşan ÇVÖ anlaşması ağı ve giderek güçlenen holding rejimi birlikte değerlendirildiğinde, ülkenin Pillar Two sonrası dönemde rekabet gücünü kaybedeceği yönündeki yüzeysel yorumların aksine, Türkiye’nin serbest bölgelerde yüksek düzeyde ekonomik içerik üretme kapasitesi, bölgesel konumu nedeniyle fon akışının ticari ve lojistik hatlarla entegre çalışabilmesi ve ÇVÖ ağında geniş coğrafyalara düşük stopaj oranlarıyla erişilebilmesi sayesinde FAÜ modeli çerçevesinde yorumladığımız ekosistemin üç ayağını da aynı anda aktive edebilen ender ülkelerden biri olduğu; diğer bir ifadeyle Türkiye’nin yalnızca vergi avantajı sunan değil, operasyon-hukuk-sermaye koordinasyonunu bütünleşik biçimde sağlayan yeni nesil fon merkezlerinden biri hâline gelebileceği ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’nin Serbest Bölgeleri-FAÜ Modeli Açısından Serbest Bölge-Substance-Pillar Two Etkileşimi
Türkiye’nin serbest bölgelerinin FAÜ modeli çerçevesinde değerlendirilmesi, bu bölgelerin yalnızca üretim ve ihracat odaklı klasik teşvik mekanizmalarıyla sınırlı kalmadığını, aksine özellikle 3218 sayılı Serbest Bölgeler Kanunu ve ilgili ikincil düzenlemelerle desteklenen yapının, fon akımlarının uluslararası vergi mimarisi karşısında dayanıklılık kazanabilmesi için gerekli olan ekonomik gerçeklik bileşenlerini (istihdam, fiziksel yatırım, üretim döngüsü, teknoloji seviyesi, hizmet kapasitesi, lojistik avantajlar, külçe operasyonlar, yazılım ve AR-GE merkezleri, dijital hizmet ihracatı vb.) güçlü şekilde içerdiğini; bunun da Türkiye serbest bölgelerini Pillar Two sonrası dönemde “substance-based carve-out” (faaliyet temelli istisna) avantajı elde edebilecek nadir bölgesel merkezlerden biri hâline getirdiğini göstermekte; zira serbest bölgelerin üretim, tedarik zinciri, yazılım ve finansal hizmet ihracatı kapasitesinin yalnızca vergi avantajı yaratmakla kalmayıp, fon akımının ekonomik olarak meşru bir tabana oturmasını sağladığı, böylece holding merkezlerinin sermaye çıkışlarını daha güvenli biçimde planlayabildiği, ÇVÖ ağının sunduğu stopaj avantajlarının suistimal diğer bir söylemle kötüye kullanım riski taşımadan kullanılabildiği, fon akışının hem hukuki hem ekonomik hem de vergi açısından optimize edilebildiği çok katmanlı bir yapı oluştuğu görülmektedir; bu bağlamda Türkiye serbest bölgeleri FAÜ modelinin bahse konu ettiğimiz dinamizmin ilk ayağı olan “operasyonel gerçeklik üretme” fonksiyonunu yüksek düzeyde yerine getirebilmekte, bu da fon akımının holding ve ÇVÖ aşamalarına daha güçlü bir hukuki dayanakla taşınmasını sağlayarak Türkiye’nin küresel fon mimarisinde substance (gerçek faaliyet (ekonomik içerik) temelli rekabet üstünlüğü yaratmasına imkân tanımaktadır.
Türkiye’nin Holding Yapıları Ve Uluslararası Fon Dağıtım Rolü-Holding-Sermaye Koordinasyonu
Türkiye’de holding yapılanmalarının FAÜ modelinin yorumsal mecraya taşıdığımız ekosistemin ikinci ayağı olan “sermaye dağıtım koordinasyonu” fonksiyonunu yerine getirme kapasitesi analiz edildiğinde, Kurumlar Vergisi Kanunu’nda yer alan iştirak kazancı istisnası, yurt dışı iştirak kazançlarının belirli şartlarda Türkiye’de vergilendirilmemesi, yurt dışı fon çıkışlarında stopaj oranlarının iç mevzuat ve ÇVÖ ağı üzerinden önemli ölçüde düşebilmesi, finansman şirketi kurma imkânları, grup içi borçlanma modelleri, royalty akışlarının hizmet ve fikri mülkiyet merkezleri üzerinden yeniden sınıflandırılabilmesi gibi unsurların Türkiye’de konuşlu bir holding merkezinin yalnızca düşük maliyetli bir fon dağıtım aracı değil, aynı zamanda çok katmanlı bir sermaye mühendisliği platformu hâline gelmesini sağladığı; bunun Türkiye’yi yalnızca bir üretim veya ticaret ülkesi değil, aynı zamanda Orta Doğu, Kuzey Afrika, Balkanlar, Körfez ve Avrupa arasında fon akışını yönlendirebilen bir sermaye koordinasyon merkezi hâline getirebileceği; böylece Türkiye’de kurulu holding yapılarının hem yerli hem yabancı çok uluslu işletmeler açısından operasyon-sermaye-hukuk bütünleşmesini sağlayan stratejik merkezler olarak konumlandırılabileceği; bu yapının FAÜ modeli çerçevesindeki kritik etkisinin ise fonun serbest bölgelerde edinilen gerçek faaliyet tabanından çıkarak ÇVÖ ağının sunduğu düşük stopajlı veya istikrarlı hukuki güzergâhlara yönelmesini mümkün kılan “ara katman” olmasıdır; dolayısıyla Türkiye’nin holding yapılanmaları klasik anlamda pasif kabuk olmanın ötesine geçmekte, modern uluslararası vergi mimarisinin gerektirdiği esneklik, uyum, şeffaflık ve sermaye yönetimi özelliklerini bünyesinde barındırarak fon akımlarının güvenli ve optimize edilmiş biçimde yönlendirilmesini sağlayan stratejik merkezlere dönüşmektedir.
Türkiye’nin ÇVÖ Ağı Ve Anlaşma Topolojisinde Treaty Network–Topoğrafya–Koridor Analizi
Türkiye’nin 80’i aşan çifte vergilendirmeyi önleme anlaşması ağının topolojik analizi, söz konusu ağın özellikle Avrupa, Uzak Doğu, Balkanlar, Türk Cumhuriyetleri, Orta Doğu ve Afrika’ya yönelik çok katmanlı bir güzergâh sistemi sunduğunu; bu sistemin stopaj oranı avantajlarının ötesinde, fonun hangi ülkeden hangi ülkeye geçerken hangi mukimlik testine, hangi LOB veya PPT kuralına, hangi kalıcı işyeri tanımına ve hangi MLI modifikasyonuna tabi olacağını belirleyen “hukuki trafik haritası” işlevine sahip olduğunu göstermekte; Türkiye’nin anlaşma ağı yapısal olarak incelendiğinde, hem yüksek vergi ülkeleriyle hem de stratejik geçiş ülkeleriyle dengeli ilişkiler kurduğu, böylece Türkiye merkezli fon akımlarının Asya-Avrupa hattında çok düşük maliyetle hareket edebildiği, Orta Doğu’ya yapılan yatırımlarda Türkiye’nin holding ve serbest bölge yapılarından çıkan fonların rekabetçi stopaj oranlarıyla yönlendirilebildiği, Karadeniz ve Balkan ülkeleri üzerinden Avrupa Birliği pazarına girişte önemli kolaylıklar sağlandığı, Afrika anlaşmalarının ise gelişmekte olan ülkelere yönelik fon akımlarını hukuki güvenlik altına aldığı görülmekte; tüm bu unsurlar birlikte değerlendirildiğinde Türkiye’nin ÇVÖ ağı, FAÜ modeline konu ettiğimiz trionun üçüncü ayağını oluşturan “hukuki güzergâh ve vergi sonrası net getiri optimizasyonu” fonksiyonunu güçlü şekilde yerine getirmekte ve Türkiye’yi uluslararası sermaye akışında önemli bir transit ve kaynak merkezine dönüştürebilecek stratejik altyapıyı sunmaktadır.
Türkiye’nin ÇVÖ ağına ilişkin bu topolojik yaklaşım daha ileri bir düzlemde ele alındığında, anlaşmalar arası etkileşimlerin yalnızca ikili metinlerden ibaret olmadığı, aksine Türkiye’nin farklı bölgesel bloklarla kurduğu normatif bağların MLI etkileşimleri, bilgi değişimi düzenlemeleri (EOI), otomatik bilgi değişimi (CRS), karşılıklı anlaşma prosedürlerinin (MAP) etkinliği ve anlaşmaların iç hukukla olan hiyerarşik ilişkileri üzerinden çok katmanlı bir “dönüşümlü uyum matrisi” yarattığı görülmektedir. Bu matriste Türkiye’nin hem OECD/G20 çerçevesindeki BEPS standartlarına yüksek uyum göstermesi hem de gelişmekte olan ülkelerle kurduğu daha esnek vergi anlaşmaları aracılığıyla sermaye transferlerinde hukuki öngörülebilirliği artırması, ülkenin treaty network’ünü (anlaşma ağını) yalnızca geniş bir coğrafi kapsama sahip sistem olmaktan çıkararak, fon akımlarının farklı risk seviyeleri ve hukuki inceleme yoğunlukları altındaki hareketini optimize eden bir “çok parametreli yönlendirme altyapısı”na dönüştürmektedir. Ayrıca Türkiye’nin özellikle Orta Asya ve Afrika ülkeleriyle geliştirdiği yeni nesil anlaşmalarda, kalıcı işyeri tanımlarının genişletilmesi, teknik hizmet ücretlerine ilişkin özel hükümler eklenmesi ve MAP mekanizmasının güçlendirilmesi gibi unsurlar, Türkiye merkezli yatırım zincirlerinin operasyonel karmaşıklık düzeyi arttıkça dahi hukuki güvenliğin sürdürülebilir olmasını sağlayan kritik düzenlemeler olarak öne çıkmaktadır.
Öte yandan, Türkiye’nin ÇVÖ ağının fon akımlarını yönlendirme kapasitesi, yalnızca stopaj oranları veya anti-abuse hükümlerinin yapısal tasarımıyla sınırlı olmayıp, aynı zamanda ağın “jeoekonomik derinliği” ile de yakından ilişkilidir. Zira Türkiye, Balkanlar ve Karadeniz hattı üzerinden AB pazarına, Körfez ve Levant bölgesi üzerinden Orta Doğu sermaye havzalarına, Kafkasya ve Türk Cumhuriyetleri üzerinden Avrasya tedarik zincirlerine ve Kuzey-Orta Afrika hattı üzerinden gelişmekte olan piyasalara erişimde eş zamanlı olarak stratejik bir konum sunmakta; böylece Türkiye’de konuşlu bir holding veya serbest bölge yapılanmasından çıkan fonun, farklı bölgelerde farklı risk, maliyet ve hukuki uyum profilleriyle ilerleyebilmesi için çok boyutlu bir güzergâh çeşitliliği yaratmaktadır. Bu çeşitlilik, fon akışının hem operasyonel gerçeklik hem hukuki şeffaflık hem de vergi sonrası net getiri hedeflerine aynı anda hizmet eden karmaşık bir optimizasyon mekanizması ortaya çıkarmakta; böylece Türkiye’nin anlaşma ağı yalnızca sermaye hareketlerine hukuki güvenlik sağlayan bir çerçeve değil, aynı zamanda FAÜ modeli desteğiyle tanımlayabileceğimiz “hukuki güzergâh mühendisliği” fonksiyonunun en kritik bileşenlerinden biri hâline gelmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin geniş, dengeli ve yüksek işlevli ÇVÖ ağı, ülkenin bölgesel ve küresel fon akımlarında hem transit nokta hem de nihai yatırım platformu olarak konumlanmasını mümkün kılan stratejik bir vergi mimarisi sunmaktadır.
FAÜ Temelli Ulusal Strateji
Türkiye’nin bu günkü yazımızla yorumlarımızı sizlerle paylaştığımız bahse konu FAÜ modelini tam kapasiteyle çalıştırabilmesi için önerebileceğimiz politika seti, serbest bölgelerde yüksek teknoloji odaklı faaliyetlerin, dijital tedarik zincirlerinin, bulut tabanlı hizmetlerin, AR-GE merkezlerinin ve global operasyon yönetim birimlerinin teşvik edilmesi; holding rejiminin grup içi finansman, fikrî mülkiyet konumlandırma, royalty sınıflandırması ve yurt dışı iştirak kazançlarına ilişkin hukuki istikrarı artıracak şekilde sadeleştirilmesi; ÇVÖ ağı içinde MLI uyumunun güçlendirilerek treaty network’ün modernize edilmesi; Türkiye’nin bölgesel fon dağıtım merkezi olmasına yönelik özel hukuki çerçevelerin oluşturulması; serbest bölge-holding-ÇVÖ üçgenini birbirine bağlayan dijital bir fon akım yönetim sistemi geliştirilmesi; ve nihayetinde Türkiye’nin fon akımları açısından “operasyonel gerçeklik + hukuki şeffaflık + sermaye koordinasyonu” birleşimini en güçlü şekilde temsil eden ülke konumuna yükseltilmesi gibi çok katmanlı bileşenler içermelidir ki; böylece Türkiye yalnızca vergi avantajı sağlayan değil, küresel sermaye hareketlerinin stratejik olarak konumlandığı ve yeniden dağıtıldığı bir bölgesel merkez hâline gelebilecektir.
Sonuç olarak;
FAÜ Modeli Ve Türkiye’nin Küresel Konumlanması
Bu günkü yazımız ile, serbest bölgeler, holding yapılanmaları ve çifte vergilendirme anlaşmaları üçgeninde uluslararası fon akımlarının yalnızca düşük vergi arayışının belirlediği lineer akışlardan ibaret olmadığını, aksine modern vergi düzenlemelerinin (BEPS, ATAD, MLI, Pillar Two) fon akışını daraltmak yerine daha sofistike, daha yüksek faaliyet gerektiren, daha güçlü hukuki uyum mekanizmalarıyla desteklenen yeni bir yapıya dönüştürdüğünü, bu yapının FAÜ modeli çerçevesi ile görüşlerinize sunduğumuz bütünleşik mimaride anlam kazandığını, bu mimarinin ise fon akımının yönünü üç temel parametre üzerinden belirlediğini-(i) serbest bölgenin ekonomik gerçeklik üretme kapasitesi, (ii) holding yapısının sermaye dağıtımını optimize etme ve gelir sınıflandırmasını yönetme gücü, (iii) ÇVÖ ağının uluslararası güzergâhı hukuken sağlamlaştırma ve vergi sonrası net getiriyi maksimize etme yeteneği-yorumlamış ve bu alandaki yorumlarımızı sizlerle paylaşmış; bu çerçevede Türkiye’nin küresel fon mimarisindeki konumunun yalnızca düşük vergi rekabeti bağlamında değil, operasyon-hukuk-sermaye entegrasyonunun en güçlü gerçekleştiği stratejik merkezlerden biri olabileceğini, serbest bölgelerin üretim potansiyeli, holding yapılanmalarının sermaye koordinasyon kabiliyeti ve geniş ÇVÖ ağının hukuki istikrarı sayesinde Türkiye’nin Avrupa-Asya-Orta Doğu hattında fon hareketlerinin yoğunlaştığı yeni bir çekim merkezi hâline gelebileceğini değerlendirmiş olduk; böylece tüm parametrelerden yola çıkarak Türkiye’nin küresel sermaye hareketlerinde yalnızca bir üretim üssü değil, aynı zamanda fon akışlarının yönünü belirleyen, hukuki güvenliği sağlayan, vergi sonrası net getiri optimizasyonu sunan ve operasyonel gerçeklik üreten çok boyutlu bir bölgesel merkez olarak yükselme kapasitesine sahip olduğu sonucuna vardığımızı söyleyebiliriz, ne dersiniz…