Şeffaflığı nasıl bilirsiniz?

Ahmet Kasım HAN
Ahmet Kasım HAN KAVANOZUN DİBİ

Malum, 11 – 12 Temmuz Vilnius NATO Zirvesinde, daha 16 Mayıs 2022’de: “[B]izi ikna etmeye” gelip “boşuna yorulmamalarını” tavsiye ettiğimiz İsveç’in İttifaka üyeliğine onay verdik (“Kararlılığımızı test etmesinler” parantezi: Finlandiya’ya zaten 17 Mart 2023’de onay vermiştik.). Aklımdayken, Finlandiya’ya onay verme sürecini başlattığımız aynı gün, tam 116 gün sonra ona da onay vereceğimiz İsveç’in; “teröristlere kucak açtığını” da açıkça tespit etmiştik.

Türkiye’nin bu “çevik pazarlıkçı ve aşırı etkili” dış politikasının, 2017 Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş sonrası dönemdeki, ilk hamleleri, Türkiye’nin bölgesine ilişkin olarak ve özellikle Orta Doğu’da, zaten 2020 sonundan itibaren parça başına (piecemeal) bir yaklaşımla ilerliyordu. Şimdi altında kaldığımız krizin ağırlığında unutmuş görünüyoruz ama ekonomik sorunlarımız epistemolojik kopuşumuz ile başlamadı. Türkiye’nin 2018 sonrası vahamet kazanan ekonomik sorunları, bu tarihten çok önce otonom dış politika izleme hevesinin fizibilitesini sakatlamaya başlamıştı. Sürmekte olan ağır buhranın yarattığı baskı daha önce “asla” kaydıyla atılamayacağı söylenen tüm adımların atılması ile neticelendi. Bu manevranın söylemsel tepe noktası, 6 Ekim 2022’de “vakti geldiğinde” Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında bir görüşmenin mümkün olduğunun ifadesiydi. Görsel zirveyi ise, 21 Kasım 2022’de Erdoğan’ın Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah es-Sisi ile el sıkıştığı fotoğraf oluşturuyor.

Yanlış anlaşılmasın. Bu dönüşümü olumsuz buluyor değilim. Geçmişte akılcılığın gereği, bugün şartların zarureti, olan bu dönüşümün ne şaşılacak ne de beklenmedik diye nitelenecek bir tarafı var. Eleştirinin kaynağı bu dönüşüme ikna olunana kadar biriktirilen maliyetler ve oluşan zaaflar. Bu maliyetler ve zaaflar söz konusu manevraların her birinin ülkeye maliyetini, karşı tarafın elinin gücü nispetinde, arttırıyor. Sanki bunlar büyük yalpalar değilmiş, neticede hiçbir şey olmamış, gibi davranılmasının, bu durumun ülke içerisinde sahip olunan “gürültü tekeli” sayesinde cari algıyı biçimlemesinin, neticelerini düşünmesi gereken esas merci muhalif siyasettir. Benim eleştirimin odaklandığı noktaysa şu: Söz konusu birikmiş maliyet ve zaafların yarattığı pazarlık dezavantajının neticelerinin kamuoyuna doğru anlatılıyor olduğundan emin olamamak. Zira işin bu yönü ülkenin, bizim, evlatlarımızın geleceğini etkiliyor, belki de belirliyor. Dolayısıyla birikmiş maliyetin bedelinin ne olduğunu bilmeye hepimizin hakkı var. Bir başka sıkıntı noktasıysa bu hataların savunusu yapılırken gösterilen enâniyet (kendini ve kendi özelliklerini başkalarından üstün tutmak). Bu tavrın etkilerini küçümsememek lazım. Zira neticede söz konusu tarz toplumsal bölünmüşlüğü derinleştiriyor. Sadece muhalif kesimin öfk esini arttırdığı için de değil. Aynı zamanda savunulacak bir tarafı olmayan pozisyonları benimsemenin, kaçınılmaz olarak, yarattığı rahatsızlığı öfkeye tercüme ederek gösterilen tepkiler nedeniyle de. Zira bir defa savunulamaz olana sahip çıktıktan sonra artık makule yer açmak, makule evirilmek, noktasında alanınız küçülür. Kabul etmeniz gereken “hata”yı savunmak için o kadar büyük lafl ar etmiş, kendinizi öyle bağlamış, kredibilitenizi öyle hoyratça kullanmışsınızdır ki, uzlaşmaya, makule yönelik her adım büyük, yaralayıcı ve, hem diğer konulardaki argümanlarınız hem de kimliğiniz için, yıkıcı bir karakter kazanmıştır. Günümüz Türkiye’sinde, genellikle fikri mücadelelerin ön cephesinde, entelektüeller arasında, gözlenen bu durum gittikçe artan şekilde tabana, sokağa, mahalleye de sirayet etmekte. Gettolaşmaya varan toplumsal ayrımların yaygınlaşmasının temel nedeninin, gelir ve servet dağılımında mevcut, ve ağırlaşan, ekonomik eşitsizlikler olduğu açık. Ancak anlattığım durum -ki buna fikri gettolaşma da diyebiliriz- başta sosyal medya mecralarında olmak üzere, fanuslara, sağır odalarına sıkışmamızda, kanaatimce ciddi bir rol oynuyor. Netice-i kelam bu kör döğüşü toplumsal uzlaşının alanını daraltıyor.

Elbette tam tur dış politika manevramızın muhataplarını teşkil eden ülkeler başlangıcından bu yana, uzattığımız eli tutmak için, bölgesel ve sistemik baskılara dair öznel değerlendirmelerinin ışığında, kendi sebeplerine sahipler. Öte taraftan eli uzatan tarafın onlar olmadığı da açık. Ne Mısır, ne Suudi Arabistan, ne Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), ne İsrail ve ne de Suriye bu ülkelerle Türkiye arasındaki “normalleşme”nin ilk inisiyatifi alan tarafı. Dışarıda, sadece Türkiye’nin doğusunda değil, batısında da, hâkim algı ve değerlendirme Türkiye’nin “normalleşme” çabasının temel nedeninin ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik çıkmaz olduğu. Bu ülkelerin basınlarında çıkan haberlerden, yazık ki ve dahası en üst düzey yetkililerinin açıklamalarından bunu görmek mümkün. Yine bu ülkelerin hiçbiri ama özellikle de, Türkiye’nin bugün açık biçimde kendilerinden kaynak arayışı içerisinde bulunduğu, Suudi Arabistan ve BAE Türkiye’den temel ekonomik beklentilere sahipler. Bu tespit söz konusu ülkelerin Türkiye’de bir fırsat algılamadıkları anlamına gelmiyor. Elbette Türkiye’nin ölçeğindeki bir ülkede onlar açısından ilgi çekici “fırsatlar” daima mevcut. Hele Türkiye’nin bugünkü ekonomik ortamında. Ucuz, kar edilebilecek, onlarda bolca bulunan sermayeyi, mevcut riskleri de telafi edecek şekilde nemalandıracak fırsatları muhakkak görüyorlar. Bu “fırsat”ların, en azından bir kısmından faydalanmayı da isteyebilirler. Bir de riskleri telafi edecek ek garantiler alabildikleri durumda iş ballı börek! Ancak, kullandıkları “fırsatlar” ın genelinin görece daha hızlı nakde çevirebilecekleri varlıklar olması da beklenmeli. Aksi takdirde şunu düşünmek gerekir. Finansal riskin firmalar veya ülkeler için ölçümünde kullanılan yaklaşımlar oldukça standart niteliktedir. Dolayısıyla verili bir ülkenin, firmanın sunduğu fırsatlar risk ölçümü bakımından yatırımcı niteliğindeki aktörlere birbirine yakın değerler gösterecektir. Bu koşullar altında bir yatırımcı başkalarının kullanmadığı bir “fırsat”ı kullanıyorsa bu genel olarak üç anlama geliyordur: Ya yatırımın geleceği konusunda kimsenin bilmediği bir bilgiye, ya başkalarına önerilmeyen koşullara, garantilere, sahiplerdir; ya da herkesten daha ileri görüşlü ve belki de şanslıdırlar. Bu durum bir ülkeye ilişkin olduğunda söz konusu bilginin, koşulların, garantilerin neleri içerdiğinin kamuoyu ile paylaşılması sadece siyasi bir mükellefiyet değildir. Aynı zamanda tüm potansiyel yatırımcılara verilecek güven, o çok sözü edilen şeff afl ık, bakımından da elzemdir.

Seçim sonrası Orta Doğu’ya yapılan teşekkür ve sempati turları, Sayın Şimşek’in Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ile 9 Temmuz’da Katar’a; 13 Temmuz’da Şimşek ve TCMB Başkanı Hafize Gaye Erkan’ın Suudi Arabistan’a; 21 Temmuz’da Şimşek ve Yılmaz’ın BAE’ye yaptıkları ziyaretler ve ardından 17-19 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu ülkelere gerçekleştirdiği ziyaretler Türkiye’nin acil ihtiyaç duyduğu kaynağın sağlanması bakımından elbette önemlidir.

Geçen Cuma JPMorgan tarafından organize edilen yatırımcı konferansı da, aynı bu temaslar ve neticeleri gibi, yukarıda belirttiğim k riterler açısından değerlendirilmeye muhtaçtır.

Başka hiçbir şey için olmasa da şeffaflık adına…

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Bitmeyen iktidar… 23 Nisan 2024
Dalga… 16 Nisan 2024
İstisnanın gücü 16 Ocak 2024