Her romanda kendimiz varız

Gila BENMAYOR
Gila BENMAYOR Nasıl Bir Sanat?

Meslektaşım Zeynep Göğüş ile ilk kez yollarımız henüz Hürriyet Babıali’de iken kesişti.

Daha İkitelli’nin adını bile bilmediğimiz, duymadığımız yıllardı.

Sanırım Brüksel’den yeni gelmişti.

Renkli çoraplarla giydiği kısa kadife etekleri ve uyumlu kazaklarıyla gözümün önünde.

Farklıydı, zevkliydi.

İstihbarat Servisi’nde muhabirlik yaptıktan bir süre sonra Milliyet’e yazılarını takip etmeye başladık.

Uzmanı olduğu Avrupa Birliği ve hatta NATO yazılarında dahi edebi bir tat vardı, severek okurdum.

Sonra Sabah’ta köşe yazarlığı ardından yine Hürriyet.

Sırasını şaşırmış olabilirim.

Gazetecilik, köşe yazarlığı yaptığı yıllarda araya birkaç kitap yazmayı da başarmıştı Zeynep Göğüş,

‘Bir Avrupa Rüyası’, ‘Devekuşunun Kredi Kartı’, ‘Oğluma Avrupa Mektupları’...

Bunca şeye nasıl yetiştiğini konuştuğumuzda “zaman yönetimi kurslarına” gittiğini söylemişti.

Sanırım Zeynep Göğüş bu kurslardan gerçekten yararlanmış çünkü altı yıla dört roman sığdırmak önemli bir başarı.

Üstelik iki romanı ödül kazanmış.

Işık Ülkesinden 2019 Yunus Nadi ödülünü, Yok Çünkü Telafisi 2022 Oktay Akbal Edebiyat ödülünü kazanan romanları.

Göğüş ile 2023 yılının son günlerinde yaptığımız söyleşi sanırım yazarlığa yeni başlayacak gençlere yol gösterici niteliğinde.

Gazeteciliğinin roman yazarlığına katkısı oldu mu? Tekrar başlasan gazetecilik mi, roman yazarlığı mı?

Hem gazeteci, hem roman yazarı olan çok sayıda edebiyatçı var. Tarihsel olarak baktığında, Türkiye özelinde 19. Yüzyıldan itibaren edebiyatçılar, aynı zamanda gazeteci yazarları olmuşlar, dergi çıkartmaya başlamışlar. Senle gazeteciliğe başladığımız Babıali bu edebiyat ve gazeteciliğin nabzının birlikte attığı bir yer olmuş. Türkiye’de edebiyat gazeteci birlikteliği güçlü bir damar ama dünyada da çok örneği var. Örneğin Ernest Hemingway, Jack London.

Neticede birbirlerini besleyen iki alan mı?

Kesinlikle birbirlerini besleyen şeyler. Ama benim deneyimimde ilk roman yazmaya başladığımda şöyle bir tehlike sezdim. Gazetecilikten gelen alışkanlıkla fazla didaktik olabiliyorsun. Şanslıydım, zira biraz aklımı kullanıp Murat Gülsoy’un yazarlık atölyesine gittim. İlk günden bu eğilim ortaya çıktı. Orada yazarlığıma olumsuz etki yapabilecek bu eğilimi hemen ilk günden “boğduk” orada.

Didaktik olmasan da romanların oldukça bilgi yüklü. Örneğin üçüncü romanın ‘Yok Çünkü Telafisi’…

Aslında hepsinde bilgi bolca var. Tamam edebi tat almak ilk koşul ama aynı zamanda bir şeyler da öğrenmek istiyorum okuduğumdan. Bu illa tarihsel bir bilgi olmayabilir. Ama bir felsefi dozu olabilir. Ya da insan karakterine ilişkin beni besleyecek, haz verecek birtakım bilgiler romanlarda yer alabilir. Mesele bunları romana nasıl yedireceğin, dozunu ayarlamak. Tiradlar halinde mi girecek metne? Yoksa olayların tatlı tatlı akışında araya mı serpiştirilecek? Mesela ‘Yok Çünkü Telafisi’ romanında kahramanlar müzeye giderler ve müzede Magritte’in eserlerine bakarken hem kendilerine ilişkin bazı derin psikolojik gerçekleri düşünürler, hem de Magritte ile ilgili bilgiler satır aralarında yer alır. Magritte’in orada olmasının esas amacı karakterlerle ilgili okur nezdinde bir aydınlanma sağlamaktır. Yani amaç Magritte üzerinden okuru düşündürmek.

Söz konusu kitapta hatırladığım kadarıyla yabancı deyimlere çokça yer vermiştin. Türk okur anlamaz gibi bir kaygın olmadı mı?

Zaten çok merak eden araştırıyor. Bir seçenek dip notlarla açıklamayı vermek. Ama ben dip not kullanmayı sevmiyorum. Ama o da bir yöntem olabilir. Gelen okur tepkisine göre insan kendini geliştiriyor sonuçta.

Genellikle romanlarında sanki çevrendeki kişilere yer veriyorsun. Mekanların da sürekli değişiyor. Farklı çoğrafyalar seçiyorsun. İlk romanın Işık Ülkesinden Balkanlar ve İstanbul, Yok Çünkü Telafisi Brüksel, Zeytin Kuşu zeytinlikler Gemlik, son kitabın Çok Yalan Söyledik ise Ankara’da geçiyor. Romana göre mi mekân seçiyorsun, yoksa mekân üzerinden mi gelişiyor roman?

Önce bir meselem oluyor. Öne geçen şey bu. Mesela ilk romanda göç ve kimlikler. Zeytin Kuşu’nda çevre, iklim meseleleri ve toplumun tepkisi ortaya koyması. Üçüncüsünde tarihin tahribata uğratılarak bize aktarılması. Son romanda da “biz bu hale nasıl düştük” sorusu etrafında gelişiyor. Soruna gelirsem mekânlar da benim için bir roman kahramanı. Şimdi yeni romanıma hazırlanıyorum. Mekân Karadeniz. Ele alacağım meselenin Karadeniz ile ilgisi var.

Tarihin bize tahribata uğratılarak aktarılması meselesi için neden Brüksel’i seçtin? Neticede tarihimizle ilgili bir sorun üzerinden gelişen bir roman herhangi mekânda geçebilirdi…

İyi bir noktayı yakaladın. Niye Brüksel? Hemingway der ki “bildiğin yeri yaz”.  Brüksel uzun yıllar yaşadığım, iyi tanıdığım bir yer. O yüzden olayı oraya yerleştirdim. Gemlik ailemin yaşadığı yer. İstanbul aynı şekilde. Ankara çocukluğumun geçtiği yer. Şimdi Karadeniz ile bir istisna olacak.

Peki ya kişiler? Etrafındaki kişileri, tanıdıklarını mı yerleştiriyorsun romanlarına?

Romanın içinde aslında kendimiz varız. Romancıların içinde bunun tersini söyleyen pek çıkmadı. Sonuçta yazarken kendimiz de o satırların içinde dolaşıyoruz. Tanıdığımız kişilerden etkileniyoruz, esinleniyoruz. Kimi zaman bir karakter tanıdığım beş, altı kişinin özellikleri taşıyor. Tanıdığım kimseyi bire bir romana entegre etmiyorum.

Roman yazmak biraz da puzzle’a benzemiyor mu? Kurguyu bir bütün halinde yapacağına kutucukları birleştirmek gibi.

Puzzle’a benziyor. Bazı yazarlar puzzle’ı önceden yerleştirip yola çıkıyorlar. Genelde benim puzzle “kervan yolda düzülür” şeklinde ilerliyor. Sonradan tamamlanıyor.  Şimdi yazacağım beşinci romanda hikâyenin başını, sonunu, ortasını belirleyerek ilerleyeceğim. Bakalım nasıl olacak.

Sanırım bu “kervan yolda düzülür” meselesi gazetecilikle bayağı ilintili. Kafanda yazıyı kurguluyorsun ama bakıyorsun yazı bambaşka yere gitmiş.

Evet haklısın gazetecilikte de aynısı oluyor. Bir ormana giriyorsun. Yürürken bakıyorsun bir sürü patika karşına çıkmış. Düz yolunda devam etmek yerine onlara sapmak istiyorsun. Gazetecilikte de bu olur. Ama yazıyı yetiştirme telaşı olduğu için yollara daha az saparsın. Sonuçta gazeteciliğin çok benzer tarafları olduğunu düşünüyorum. Zaten bir sayfayı yaparken bile, seçtiğin fotoğraftan attığın başlığa, hikâyenin öne çıkardığın kısmına kadar senin özel süzgecinden geçiyor.

Bu kadar üretken olmanı hayranlık ve şaşkınlıkla izliyoruz. Üretkenliğine kendin de şaşırıyor musun?

Gazetecilikte deadline alışkanlığımız işime yarıyor. Bir kere şunu söyleyeyim. Gazeteci her zaman gazeteci. Nasıl ki makine mühendisi o işi yapsa da yapmasa da sonuçta mesleği makine mühendisi. Hayata mesleğinin merceğinden bakıyor. Gazetecilik de öyle. Kaybolmayan bir özellik. Tüm dünya olaylarını sanki akşam yazı işleri odasında çalışacak gibi izliyorum. Uzmanlığım olan alanları hiç bırakmıyorum. Gazetecilik bir yaşam biçimi ve kaybolmuyor. Şu deadline meselesi var ya, benim için deadline’sız çalışmak söz konusu değil. O kadar iyi bir şey ki. İlk romanımda haftada 4 bin kelime yazacağım dedim. İkinci de 3 bine indi. Sonra 2 bine.

Tıkandığın bir nokta olmuyor mu yazarken? Esin perin hep mi yanında?

Esin gelmedi diye bir şey yok çünkü kafam sürekli çözüm üretmekle meşgul.  Bu yüzden bu yazarlıkla birlikte uykularımda sorun olmaya başladı. Çünkü bant sürekli dönüyor arkada. Gazetecilikte de öyledir. Yarın ne haber yapacağım, ne yazı yazacağım diye düşünürsün. Roman yazarken bant daha çok dönüyor çünkü karakterlerle birlikte yaşamaya başlıyorsun. Hatta zaman zaman karakterlerinle özdeşleşiyorsun.

Disiplinlisin de gördüğüm kadarıyla.

Evet disiplinliyim. Ama en önemlisi dayanma gücü, sabır. Yukarıdaki üretkenlik meselesine dönersem evet üretken bir yazarım. Sabırlıyım, biraz da çalışkanım. Şunu da unutma birikim var. Gazetecilikte geçen yıllar, o kadar kitap okuma. Daima çok okuyan biriyim. Geçenlerde Yağmur Atsız’ın bir yazısına rastladım. Arsen Lüpen’den söz ediyor. Bir düşündüm. Biz Arsen Lüpen’leri okuduk, Mayk Hammer’leri okuduk, Agatha Christie’ler filan. Liseyi bitirdiğimde klasikler de bitmişti. O dönem öyleydi. Şanslıydım, evde kitap vardı. Evde kitapları olan ama çocukları okumayan anne babalar üzülmesinler. Anne babayla ilgili bir durum değil. Tamamen dijital çağın getirdiği bir ortam oluştu. Bu gençleri okumamaya teşvik eden çok şey var. Düğmelerle rekabet zor.

Yazmaya başladığın zaman kendini kapatıyor musun? Sosyal medyayla filan ilişkini kesiyor musun?

Yok öyle bir şey. Evde cirit atan kedilerle, köpeklerle yaşıyorum, yazıyorum. Kaş’a gidiyorum bazen. Yazmak için değil düşünmek ve okumak için. Bir süre rastgele kitap okuyorum. Ama iyi olduğunu bildiğim kitapları. Onlardan besleniyorum. Sonra yazacağım konuyla dolaylı ya da dolaysız ilgili kitaplara geçiyorum. Şu sıralar mesela İsviçreli yazar Max Frisch’in anılarını okuyorum. Müthiş haz alıyorum. Yazacağım romanla ne ilgisi var diyorsan şöyle: Bir şekilde bir ip oluşuyor. O romandaki iple senin yazacağı satırlar arasında bir bağlantılı kuruluyor. Son derece dolaysız olsa da iyi yazarları okumak her zaman faydalı. Şimdi Karadeniz Hemşin’de bölgesinde, dağlarda geçecek romanım için okuyorum. İlginç bir bölge. Hemşinli eski solcuların çıkarttıkları kitapları buldum. Okumuşu çok olan bir bölge çünkü ilk köy enstitülerinden biri o civarda açılıyor. Açık fikirli insanlar yetişiyor. Şimdi değişmiş olabilir. Zaman kendi ruhunu dayatıyor.

2002 yazdığın ‘Oğluma Avrupa Mektupları’nı bugüne nasıl adapte edersin?  O yıllarda kurduğumuz AB hayali artık yok, unutuldu gitti. Oğluna mektup yazsan ne yazardın?

Bugün yazsam daha fazla Batı-Doğu meselesine değinirdim. Hani ‘ne Batılı ne de Doğuluyuz’ deniyor ya ben bu hali seviyorum. Hiç mahsuru olmadığı gibi büyük bir zenginlik.

‘’Kafam sürekli çözüm üretmekle meşgul. Yazarlıkla birlikte uykularımda sorun olmaya başladı. Çünkü bant sürekli dönüyor arkada. Gazetecilikte de öyledir. Ama roman yazarken bant daha çok dönüyor. Karakterlerle birlikte yaşamaya başlıyorsun. Hatta zaman zaman karakterlerinle özdeşleşiyorsun.’’

 

 

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar