Orta vadeli program ve mühendislik
Türkiye orta vadeli programını (OVP) açıklarken rakamların içinde boğuldum. Bu sonuçları neleri değiştirerek elde edeceğimiz konusunda ise bir fikir edinemedim.
Bize ilkokulda iki nokta arasında en kısa mesafenin bir doğru olduğunu anlattıklarında çok önemli bir bilgi elde ettiğimi düşünmüştüm. Birisi bana gelip bunu sorsa, hiç düşünmeden “Bu bir doğrudur” derdim. Ta ki babamla az sayıdaki sohbetimden birinde işin aslını öğrenene kadar… Babam, “Kağıt üzerinde iki noktayı en kısa yoldan bir eğri ile birleştirebilirsin ama gerçek dünyada öyle değildir. Dünya düz olmadığı için gerçek dünyada iki noktayı birleştiren en kısa yol bir eğridir” demişti. Matematiksel bir tanımlamayı dünyanın tek doğrusu sandığınızda ve buna sorulduğunda “ben biliyorum” havasıyla zıpladığınızda aslında doğru bir şey yapmıyor olabilirdiniz. Babamdan bunu öğrenme fırsatım oldu.
Babamdan aklımda kalan bir diğer söz ise, “Muhakkak okumalısın yavrum” şeklindeydi. Ancak babam bunu farklı bir biçimde söylüyordu: “Muhakkak okumalısın yavrum, eğer vaktin varsa.” 1934 doğumlu babam doğduğunda cumhuriyetimiz kurulalı 11 ve Gazi Mustafa Kemal öleli altı yıl olmuştu. Doğubeyazıt’tan İstanbul’a gelmek ve burada yeni bir hayat kurmak dedem ve babaannem için hiç de kolay olmamıştı ve bu, çocuklarının bir şeyi eldeki kaynakla yapmak gibi bir birikimi elde etmesini sağlamıştı. Yıllarca Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nda çalışarak ailesine bakan babam İsmet’in matematik bilgisinin ve zekâsının yüksek olmasını buna bağlıyorum. Amcam Yaşar Özdemir de Yıldız Teknik Üniversitesi’nde bu sayede matematik profesörü oldu diye düşünüyorum. Onların döneminde teknolojik araçlar bu kadar gelişmiş olmadığı halde bunu yapabildiler.
Ben lisede aldığım Casio marka hesap makinemle rakamları yazıp bir tuşa basarak logaritma işlemi yapabiliyordum. Bu bir bilimsel (scientific) hesap makinesiydi ve 1980’lerde Doğu Bank İş Hanı’ndan alınabiliyordu. Logaritmayı, hiç bilmeyenler için şöyle anlatayım: Deprem büyüklükleri bir arttığında aslında artışın onlarca kat olması kullanılan endeksin logaritmik olmasından kaynaklanır. Böylece fiziksel dünyadaki bir durumu matematiksel olarak daha kolay ifade edebiliriz. Yoksa depremlerin karşılaştırmalı grafiğini kağıt üzerinde ifade etmek mümkün olmazdı. Ben bu logaritmik dönüşümü hesap makinesinin bir tuşuna basarak yapabilirken babamın kitapçık kullanması gerekiyordu. Evde, çocukken ne olduğunu anlamadığım çok kalın olmayan bir kitapçık vardı ve üzerinde “Logaritmik Cetvel” yazıyordu. İçini açtığımda sadece sayılar olduğunu şaşırarak görmüştüm. Babam hesap yapacağı zaman, bir kalemle sonuca ulaşıyordu. Kalemi kitabın üzerine yerleştiriyor ve o sütundaki doğru rakamı parmağıyla ilerleyerek buluyordu. Görmemiş olanlar için akılda canlandırmanın zor olduğunu biliyorum ama bu karmaşık sürecin, önce üzerinde kaydırılan bir ibre olan bir fiziksel cetvele ve ardından da benim hesap makineme dönüştüğünü anlatmaya çalışıyorum. Babamın kitapçığın yanına fiziksel cetveli eklemesi tarihsel bir süreç değil; çok fazla işlem yapması gerektiğinde o araca para vermişti. Yani bir nevi otomasyon yatırımıydı.
Benim hesap makinesi ise tarihsel bir gelişmeyi de barındırıyordu. 1980’lerde bu bilimsel hesap makinesini piyasaya süren Casio, bataryası kolay bitmesin diye üzerine bir güneş pili yüzeyi yerleştirmişti. Bu dört küçük ızgaralı yüzeyin ne kadar işe yaradığını bilmiyordum ama sonuçta “Japon yapmıştı” ve etkileyiciydi.
Teknoloji böyle gelişirken ekonomi farklı gelişiyordu. Küçük amcam Turgut, işçi olarak Almanya’ya giderek ailenin üzerinde yük olmaktan çıkıyor; hatta ekonomik fayda yaratan bir unsura dönüşüyordu. Halam Sevim de evlenerek aile üzerindeki yükü hafifletiyordu. Hatta babam bile Almanca kursuna giderek Almanya’ya işçi olarak gitmek için plan yapıyordu ama gidemediği yıl boşta beklemek yerine Merkez Bankası’na girdiği için 23,5 yıllık bir memuriyet hayatının sahibi oluyordu. Hayat, bir doğru üzerinde değil, zikzaklar çizen bir hat üzerinde ilerliyordu. Hem de birçok hayat birbirini etkileyerek bu çizgili yüzeyi oluşturuyordu. Bu nedenle orta vadeli programın rakamları dışında bu sonuçların Türkiye’nin nasıl bir dönüşümü ile ortaya çıkarılacağını görmek isterdim. Kimlerin feda edilmesi ile nasıl bir sonuca ulaşılacağı gibi bir başlık olsun isterdim. A noktasından B noktasına giderken kimlere bu şekilde gösterdikleri fedakârlık için minnettar olmamız gerektiğini bilmek isterdim. Yoksa rakamların nereden nereye gideceğini kâğıda yazmaya dayanan bir doğru o kadar da büyük bir anlam taşımıyor. Dünya kâğıdın üzerindeki gibi düz değil. Aritmetik de hayatı açıklamak için her zaman yeterli değil.
Örneğin, İstanbul’da müştemilatta yaşayan bir ailenin yeni yapılan bir apartmanda daire alma süreci 1960’lı yıllarda dairenin fiyatı şu kadardı diye açıklanabilir. Ancak ailenin bir ferdinin tarih öğretmeni olmak için okurken evin satın alınması süreci gerektirdiği için okulu bırakıp Haydarpaşa Garı’nda bilet gişesinde çalışmaya başladığını öğrenmek her şeyin kâğıt üzerindeki gibi olmadığını bize anlatır. Üstelik bunu anlatmak ayıp olduğu için yıllarca söz konusu bile edilmemiştir. Yaşlılıkta gevezelik kapsamında gündeme gelmiştir. Bu sadece aile hikâyesi de değildir: Haydarpaşa’yı satılacak bir yer ya da taş bina olmaktan çıkarıp hayatımıza ve belleğimize farklı biçimde kazır. Ancak bu türden aidiyetler, aileden vatana kadar olan kavramları değerli kılabilir.
Türkiye’de planlamanı yeni nesil normali
Çokça eleştirilse de Türkiye’de yönetimin yaptığı planlamanın şirketlerin yaptığı planlamadan farklı olmadığını düşünüyorum. Benim yaşadığım dönemde, farklı büyüklükteki şirketlerde çalışırken gördüğüm işleyiş çok daha farklıydı.
Büyük bir grupta çalışırken, her sene başında atılım yapılmasına karar verilir ve bunun için üst yönetim seferber olurdu. “Getirin geçen senenin dergilerini, nelerin tuttuğuna bakalım” diye yola çıkılır aradan geçen bir yılda nelerin değiştiği konusunda bir fikre sahip olmadan mükerrer işler yapılırdı. Bunlar tutmayınca da fatura yazı işlerine yani işi asıl yapanlara kesilirdi. Yazı işleri de kötü sonuçların sorumluluğunu üzerinden atabilmek için ilk olarak ofisboy dediğimiz getir götür işlerini yapan genç arkadaşları okkanın altına gönderirdi. Oysa ki herkesin maaşına bakılsa, bütün ofisboyları feda etmenin bile bir işe yaramayacağı anlaşılırdı; hepsinin maaşı toplamının da iki havalı yayın yönetmeninin maaşı kadar etmediği de… Ama kararı alan tarafta olanlar o yüksek maaşlı kitle olduğu için, hesabın bu şekilde yapılmasını beklemek enayice olurdu.
Daha sonra biraz daha küçük işyerlerinde çalışırken planlamanın daha farklı yapıldığını gördüm. Yönetim bu sene şu kadar büyümemiz gerekiyor diye ortaya çıkar ve reklam tarifesine bu oranda zam yapılmasını isterdi. O yıl örneğin bireysel tüketim artıyorsa, kozmetik ve kişisel bakım gibi alanlardaki reklam satışçılar bundan etkilenmiyor ama yatırım, vergi ya da finansal giderlerin yükü altında ezilmeye başlamış sektörlere satış yapanlar çarpılıyordu. Şirket kişileri sorumlu tuttuğu için, bu reklam satışçılar arasında gerilime neden oluyor, millet kaymak tabaka sektörlere bakanlara diş biliyor ve yüksek reklam bütçesi olan bir sektöre geçebilmek için oraya bakan arkadaşının ayağını kaydırmaya çalışıyordu.
Sorun bununla sınırlı kalmadı: Hedefleri tutmayan reklam satışçılar, unvanlarının düşük kalması nedeniyle karar vericilerden randevu alamadıklarını ve yazı işlerinin bu çevrelerde kendilerinden fazla kabul gördüğünü anlattılar. Maliyetleri grubun karşılamasına karşın bu kişilerin “babalarının malıymış gibi” dergiye haber koyduğunu söylediler. Yazı işlerinde de bunlarla aynı kafada insanlar yerleşmeye başlayınca, iki taraflı bir yükseliş başladı. Reklam satışçılar başlangıçta “satış sorumlusu” olarak anılırken daha sonra “reklam satış müdürü” ve “reklam satış direktörü” unvanlarını aldılar. Grup başkanı makamları yaratıldı.
Bu gelişme, kısa süre sonra “proje” yaklaşımını getirdi. Yazı işleri dosya ya da ek adı altında bu ürünleri geliştirmek zorunda bırakılırken reklam satışçılar da şirketlerden bu çalışmalara “içerik girmelerini” istemeye başladı. Bir yandan halkla ilişkiler şirketleri bu dosya ve eklere para vermeden “haber önerisinde” bulunmaya başlarken diğer yandan reklam satışçılar “advertorial” zorlaması ile şirketleri sıkıştırıyordu. Bunun sonucu kendi reklamını yapmak isteyen şirketlerin abartılı içeriklerinden para kazanılan bir yayıncılık başladı. Büyük şirketler ve o sektörde önemli işler yapan şirketler ise, ya zaten ödedikleri reklam bütçelerinin bir kısmını buraya kaydırdılar ya da kendileri için önemli olmayan bedelleri “kırmamak için” ödemeyi seçtiler. Böylece bir nakit akışı sağlandı ama bu sırada referans yayın olma özelliğini yitiren bu medya kuruluşları kendilerine sadık okurlarını kaybettiler. Satışları etkilenmemiş olabilir ama okunma konusunda ciddi bir düşüş yaşadılar.
“Proje işi” zamanla o kadar can alıcı bir hale geldi ki, bir şirket bir medya kuruluşunun bir projesine sponsor olduklarında ya da ücretli bir biçimde katıldıklarında benzer işler yapan medya şirketlerinin “onlara vermişsiniz, bize de verin” şeklindeki baskısı o kadar arttı ki, şirketler yapılan işten bağımsız olarak kime ne kadar kaynak ayıracaklarının hesabını yapmaya başladılar. Böylece yapılan iş ve asıl müşteri olan okurdan bağımsız bir iş modeli ortaya çıkmış oldu. Bugün medya sektöründe kişilerin kurumlardan daha etkili hale gelmesine neden olan bu süreç, gerek sokaktaki herkes gerekse şirketler düzeyinde neyin neden ve nasıl olduğunu ve nasıl olacağını anlamayı sağlayan bir aracı ortadan kaldırdı. Böyle olmasaydı bizim bugün Türkiye’nin 2028’e kadar olan dönemini şekillendirme iddiasındaki OVP’ye destek olmak için neler yapabileceğimizi konuşmamız gerekirdi. Bu yapılmıyorsa medya yoktur.
Programlar ve yolculuk
OVP’yi finansal açıdan değerlendirme saygısızlığını yapmayacağım. Ne yeterli finansal bilgiye sahibim ne de önceki programlarla ilgili olarak yeterince çalışmışlığım var ama metinlere şöyle bir üzerinden baktığımda bir yeni yol vurgusunun hakim olduğunu görüyorum. Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır tadındaki yazılan metin, bugüne kadarki başarılı uygulamaların sürdürüleceğine işaret ediyor.
OVP’nin basın bülteninde ilgimi çeken bölüm şu:
“Kararlılıkla uygulanan politikalar sonucunda Türkiye ekonomisinin Türkiye Yüzyılına yaraşır bir şekilde tarihi bir başarıya ulaşacaktır.
-
Milli gelirimiz ilk kez 1,5 trilyon doları aşacak,
-
Kişi başına düşen gelirimiz 17 bin doların üzerine çıkacak,
-
Ve ülkemiz tarihinde ilk defa yüksek gelirli ülkeler grubuna dâhil olacaktır.”
Bu, medyanın bizi beş maddede sağlıklı yaşam gibi içeriklerle alıştırdığı formattan kaynaklanıyor olabilir. Ancak bugünkü başarıya baktığımda gördüğüm tablo biraz düşündürücü.
Ailem ve medya üzerinden anlattıklarıma yabancı olabilirsiniz ama Türkiye’de büyük paraların döndüğü futbol ekonomisinde paranın nereden kazanıldığına dikkat ettiniz mi? Sportif başarımızı son İspanya maçı ile kanıtladığımızı futbolda, transfer rakamları ile sportif başarı arasında bir bağlantı kurabilen var mı? Bizim futbol kulüplerimiz yanlış yönlendirmeler ile içine düşürüldükleri borç batağından çıkma şansına sahip mi? Neden büyük kulüpler, inşaat projeleri dışında bir futbol programına sahip değiller? Sermaye artırımı ve inşaat ile daha güçlü hale gelme hedeflerini açıkça ilan eden kulüplerden sportif bir başarı beklemeli miyiz? Türkiye’nin futbolda en büyük başarısı, bir Türk şirketinin Barcelona’nın stadının inşaatını tamamlayabilmesi mi olacak? Bu soruları yazmamın nedeni, Türkiye’de birçok okurun popüler konular dışında bilgisinin olmaması ve buraya kadar yazdıklarımdan fazla bir şey anlamaması riskinin bulunması. Futbol ise, ortak, millî ve duygusal ortaklığımız. Bu nedenle futbola girdim. Umarım daha açıklayıcı olmuştur.
Ama bence asıl olarak programın büyüme boyutuna odaklanıp nereye gideceğimizi anlamaya çalışmak yerinde olur. Büyüme başlığı altında şunlar ifade ediliyor:
“Büyüme hedeflerine ulaşmada temel araç potansiye büyümeyi artıracak dönüşüm adımlarının hayata geçirilmesidir. Sanayide yüksek katma değerli ve teknoloji odaklı dönüşüm, Ar-Ge ve yenilik ekosisteminin geliştirilmesi, yeşil dönüşümün hızlandırılması, dijital dönüşüme geçişin desteklenmesi, beşeri sermayenin güçlendirilmesi, kamu altyapı yatırımlarının etkinleştirilmesi ile tarımda verimlilik artışı ve katma değer odaklı dönüşümün sağlanmasıdır. Sanayi bölgeleri ve limanların mevcut demiryolu ağına bağlantısını sağlamak üzere önceliklendirilmiş iltisak hatları programı gibi programların hayata geçirilmesi sağlanacaktır.”
Hayırlara vesile olur inşallah ama ben hâlâ neleri değiştirerek ve kimlerin fedakarlığı ile bu sonuçları elde edeceğimizi anlamış değilim. İnsan ve diğer kaynakları nasıl kullanacağımızı bilmeden, babamların kuşağının yokluk içinde ürettiği türden çözümleri üretebileceğimizi düşünmüyorum. Mühendislik her şeyden önce bu kaynakları belirlemeyi ve tahsis etmeyi gerekli kılıyor. Benim burada yapmaya çalıştığım bu tür bir vaka temelli bir mühendislik çalışmasıdır.