'Abilerin abisi'

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK

Benim hiç abim olmamıştı. Tek çocuktum. Bunun keyfini sürmüyor da değildim, ama çocukluğumda, ilk gençliğimde, hatta "eşşek" kadar adam olduktan sonra da bir ağabey aramadım desem yalan olur!.. Danışacağım, beni sevip kollayan bir abi... Annem gittikten sonra da kanatlarının altına sığınabileceğim bir dost...

Hayat denilen ırmak akıp gidiyor... Bu düşüncelerle kavrulduğum uzun yıllar çoktan geride kaldı... Ve bir gün bir ağabeyim olduğunu hissetmeye başladım. Evet, her ne kadar kan bağım olmasa da bir abim vardı hayatımda. Onunla her sohbet, her yemek, her yolculuk bu ağabey duygusunu güçlendiriyor, kanıtlıyordu. Bir gün geldi, gururla söylemeye başladım: Benim bir "öz" ağabeyim var, adı Deniz Kavukçuoğlu...

30 yıl, 30 Mayıs Salı sabahına kadar bu duyguyu yaşadım. O sabah aldığım haberden sonra içimde hiçbir şey değişmeyecek, ama artık “dı”lı konuşup yazacak, “vardı!” diyeceğim. Onu kaybettik!

Deniz Kavukçuoğlu'nu göreyim görmeyeyim; konuşup konuşmayayım hiç önemli değildi. Biliyordum ki bir zor günüm olursa - Allah vermesin - o yanımda olacak, beni sevip kollayacak... Bu itimatla daha bir sağlam atıyordum adımlarımı her ne halt edeceksem... Kimselere söyleyemediklerimi veya daha sonra anlatmayı planladıklarımı ilk ona aktarıyordum; o da deneyimlerini, birikimlerini yansıtıyordu bana... "Yap" veya "yapma" demiyor - tam benim istediğim gibi! - dinliyor, gerekiyorsa uyarıyordu... Ama tabii ki ben, yine kendi bildiğimi okuyordum, sonuçlarının Deniz tarafından bana önceden anlatıldığı bildik bir hikâye oluyordu bu...

2000’lerin başlarından itibaren ona “Deniz” diye hitap etmedim desem yeridir! Hatta, kitaplarının kapaklarında görünce anımsadım (!) desem yalan olmaz diyeceğim, ama istisnaları da var: Örneğin koordinatörlüğünü üstlendiği TÜYAP Kitap Fuarlarında kalabalıklar önünde yaptığımız söyleşilerde hep "Deniz Bey" demek durumundaydım.

Onların dışında Deniz sözcüğü ağzımdan çıkmıyordu, çünkü, yalnızca “abi” diyordum, yooo abi de değil, "abilerin abisi" diye sesleniyordum ona "abilerin abisi..." Ben de onun "minik Faruk"uydum... Şefkatiyle hep "minik" kalacak olan aslında kocaman Faruk…

Seneler geçti... Abim yaş aldı, bense yaşlandım... O, nerdeyse hiç yaşlanmadı, yalnızca bir yaş daha geçti, birlikte bir doğum gününü daha geçirdik...

Birlikte saçlarımızı uzattık, arkaya kuyruk bile yaptık... Kimi kez de sakallı dolaştık...

Elektronikte de benim gibi iddialıydı. Yeni nesil, son model bilgisayarları, fotoğraf makinelerini, cep telefonlarını kullanıyorduk...

Bu arada birbirimize nispet yapmayı, kıskandırmayı da ihmal etmiyorduk...

Gerek yurtiçinde gerek yurtdışında birlikte çok seyahat ediyorduk. Toskana vadisinin güzelliğini kaldığımız su değirmeninden seyretmişliğimiz de Bademli’deki evinin balkonundan aşağıdaki ovaya, Gökçeada’ya saatlerce baktığımız da vardı… Birlikte caz da dinliyorduk, Müzeyyen Senar’dan o çok sevdiği “Ömrümüzün son demi / son baharıdır artık”ını da…

Böyle bir abim olduğu için çok mutluydum; ağabeyliğinin ötesinde onun gazetedeki makalelerinden, kitaplarından gurur duyuyor, bir kısmının yazılışına tanıklık ettiğim, bazılarının ilk okuyucusu olduğum için de övünç payı çıkarıyordum...

En son bir caz tarihi kitabı hazırlıyordu. Kalın bir kitap olacaktı, son sayfalarına gelmişti. Bir de yazmayı istediği bir uzun öykü vardı: “Pontus’ta İsyan ve Aşk”… O ne aşamadaydı bilmiyorum.

Her şey çok geride kaldı. Son yılları sağlık problemleri ile geçirdi, ama direndi… Bir sohbetimizde “yazarken en zorlandığın duygu neydi?” diye sormuştum, “ölümü anlatmak” diye yanıtlamıştı. Haklıydı, ölüm yaşanmıyordu ki…

O uçtu gitti, şimdi biz onun ölümünü, büyük acıyı yaşıyoruz. Canım abim diyorum bir kez daha, seni çok seviyorum...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Esnaf lokantaları 05 Nisan 2024