Acaba sadece Libya’yı mı tartışıyoruz?
Geçtiğimiz hafta Türk bandıralı bir ticari şileple Libya’ya silah ambargosu uygulamak için AB tarafından devreye sokulmuş IRINI Operasyonu’na bağlı bir devriye gemisi üzerinden gelişen olaylar, Akdeniz’deki gerilimin yumuşamaktan endişe verici derecede uzak olduğunu gösterdi. Sorunlar karmaşık; ve AB içindeki çatlakların da ortaya çıkmasına vesile olan Libya çatışmasının da gösterdiği gibi, çok daha büyük bir jeopolitik bilmecenin sadece bir parçasını oluşturmaktalar. Bu olayda kötü yönetilmiş bir AB genişlemesinden NATO’nun dışlanmasına kadar uzanan bir dizi iç içe geçmiş bağlantı bulunuyor. Paylaşılamayan nedir?
Bu son olay biraz tuhaf biçimde gelişmiş görünüyor. Neler oldu?
Libya’ya gıda maddesi ve inşaat malzemesi taşıyan Türk bandıralı bir şilep Yunanlı bir amiralin komuta ettiği bir Avrupa silahlı gücü tarafından durdurulmuş ve aranmıştır. Müdahaleyi fiilen gerçekleştiren bir Alman gemisinden gelen Alman özel kuvvetleri mensuplarıdır. IRINI isimli müdahale gücünden kaynaklanan iddialara göre, Türkiye’den (ülkemizin onaylamadığı ve taraf olmadığı bir kuralı ileri sürerek) izin istemişler, öngörülen sürede cevap almamalarını zımni onay olarak değerlendirmişlerdir. Bu noktada gerçekler bulanıklaşmaktadır.
Sorulması gereken ilk soru, AB veya üye ülkeler istihbaratının geminin ambargoya tabi mal taşıdığına dair herhangi güvenilir bir bilgiye sahip olup olmadığıdır. Ortada güvenilir bir istihbari bilginin mevcudiyetine ilişkin en ufak bir kanıt bulunmamaktadır. Tersine, taşıyıcı firma son derece iyi şöhrete sahiptir. Eldeki bilgiler geminin aranmasını haklı olduğunu iddia edilmesini desteklememektedir.
Sorulması gereken ikinci soru duruma müdahale etme biçimiyle ilgilidir. IRINI kaynaklı bilgilere göre, aramaya ilişkin olarak Türk hükümetine bilgi verilmiş, dört saatte cevap alınamayınca bu zımni onay olarak yorumlanmıştır. Kamuya açıklanan bilgilerden Türkiye’nin Roma Büyükelçisi’nin kendisine bilgi verilince, sürenin bir saat uzatılmasını talep ettiği ve bunun kabul edildiği anlaşılmaktadır. Verilen sürenin dolmasından on beş dakika sonra Türkiye “Hayır” dediğini iletmiştir. Eylemi gerçekleştiren Almanlar dahil AB görev gücü sorumluları, bu cevabın kendilerine ulaşmadığını iddia etmektedirler. Müdahaleleri ise, olumsuz cevabın gönderilmesinden bir saat kadar sonra başlamıştır. Birilerinin yalan söylediği anlaşılmaktadır ve görünüşe göre yalan söyleyen Türkiye değildir.
Son olarak, yük gemisini aramaya gönderilen gücün komutanı amiral Yunanlıdır. Bu zatın ulusal kimliğinden ve hükümetinin çıkarlarını kollamak duygularından tamamen arınmış bir “Avrupalı” olduğuna inanmak aşırı iyimserlik, belki de saflık gerektirmektedir. Yunanlı amiral, diğer Yunanlı meslektaşları gibi, Türklere şüphe ile bakmaktadır. Böyle bir şüphesi olmasa bile, yine de ülkesinin izlediği politikaya uygun olarak Türkiye’nin uygunsuz işler yaptığını göstermekten büyük keyif alacağını tahmin etmek zor değildir. Bu durumda, IRINI merkezinin, Yunanistan, Güney Kıbrıs veya bir ihtimal Fransa kaynaklı manipülatif bilgileri hemen kabullenip sabırsızlıkla Yunan komutana Türk gemisine baskın düzenleme yetkisi vermek yerine ihtiyatlı olmayı tercih etmesi beklenirdi.
Çatışan çıkarlara baktığımızda, acaba bu görev için en uygun kuruluş AB midir sorusu akla geliyor.
Bu ambargo, Libya’daki çatışmaları durdurmak gibi sadece AB’yi ilgilendirmeyen sorunla ilgili. Libya’ya giden gemileri denetlemeye dönük çözümleri NATO çerçevesinde oluşturmak daha isabetli olurdu. Sorun, aralarında durumdan vazife çıkarmış olan AB dahil çok sayıda aktörün konuyu kendi başına sahiplenmesinden kaynaklanıyor. Bu ortamda AB, durumdan etkilendiğini iddia eden üyelerinin ulusal çıkarlarının kollayıcısı durumuna düşüyor. Bir örnek de vereyim. Eğer AB Libya’ya silah sevkiyatını samimiyetle engellemeyi amaçlıyorsa, sadece Türk gemilerini denetlemekle yetinmemeli, Avrupa ve Orta Doğu’nun muhtelif limanlarından gelen gemi ve uçakları da denetlemelidir. Fransa’nın Hafter güçlerine silah verdiği biliniyor. Kısacası, Türkiye’ye dönük eylemin devletler hukukuna uyduğu çok tartışmalı. O zaman, öyleyse bütün bunlar neden oluyor diye sormak gerekli ki, o da bizi daha kapsamlı bir sorunlar yumağına götürüyor.
Libya’da olanlar aslında bir bütün olarak AB, bazı AB üyeleri ve Türkiye arasındaki çatışmacı ilişkiler paketinin bir parçasıdır. Hepimiz Doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölgeler çatışmasının farkındayız. Bunun yanında Libya’ya kimin egemen olacağı konusunda da bir mücadele devam ediyor. Fransa ve Yunanistan General Hafter’i desteklerken, Türkiye BM’nin meşruiyetini tanıdığı Trablus hükümetinin arkasında.
Tabii, bir de Kıbrıs uyuşmazlığı var. AB, kendisinin koyduğu kuralları hiçe sayarak, bölünmüş ve kendi “iç” sorunlarını halletmemiş bir ülkeyi üye olarak kabul etti. Şimdi Kıbrıs, Yunanistan’ı da peşine takarak AB’yi kullanıp kendi hedeflerini gerçekleştirmeye çalışıyor.
Bu durumda Türkiye neler yapabilir?
Bu olayda, Türk firmasının yargıya başvurarak tazminat talep edebileceği anlaşılıyor. Türkiye sorumlulardan bir özür de bekliyor olabilir ama bunun geleceğinden pek emin olamıyorum. Anlaşmazlıklar bu olayda gözlediklerimizden daha derin. Ancak, bir anlaşmazlık durumunda taraflardan biri kanunsuzluğa başvurunca, diğer herkesi de kendi kanunsuzluklarını yapmaya davet etmiş olur. Böyle baktığımızda, kendisini tüm eylemleri kanuna uygun bir hukuk abidesi gibi sunan (belki de öyle görünmek isteyen) AB’nin kanunsuzluğa başvurması çok cesaret kırıcıdır.