Arayış ve reddiye hikâyeleri

Gündüz FINDIKÇIOĞLU
Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Edward Thompson’un ölümünden önce William Blake ve Muggletonians üzerine yazdığı son kitabı ilgi çekici bir tutmak noktası verebilir. Britanya Marksist tarihçiliği açısından “semptomal” olarak görülmeli. Genel olarak gündelik yaşam ve kültür tarihçiliğine kayışın dışında, sınıf mücadelelerinin ideolojik aktarma kayışlarına yapılan vurgunun artmasının, hatta siyasal kültür ve yaşamı da aşan ve ideolojiyi ‘aktarma kayışından’ çok daha temel gören bir bakışa meyledilmesinin Marksizm’le ilgili “imkânsızlık teoremleriyle” bağlantılı olmaması mümkün değil.   

İngiltere ve İrlanda’nın Commonwealth’inden bahsedilen yıllarda, Kral Charles I’in idamından iki yıl sonra, the Rump Parliament bir mühür/amblem çıkardı. The Rump Parliament, the Long Parliament 6 Aralık 1848’de Albay Pride tarafından basılıp kral yanlısı vekillerden temizlendiğinde geriye kalan parlamentodur. “Sağrı” anlamına gelip, “geride kalanlar” manasında kullanılmaktadır. İngiliz devrimi regalia’sı içinde yer alan bu mühürde “parlamentodaki Kral” yoktu çünkü krallık ofisi ortadan kaldırılmıştı. Ama Lortlar kamarası da yoktu. Sadece halkın egemenliğini temsil eden Avam kamarası vardı. Resmi ofis 1651 yılında İngiltere’yi bir sadece temsilciler meclisinin olduğu, soyluluğun halkın içinde eridiği bir cumhuriyet olarak görüyordu. Öyleyse bu devrim açıkça cumhuriyetçi bir devrim miydi? Üstelik bu İngiltere’de 17. Yüzyıl bir “İncil yüzyılı” iken mi böyleydi? Devrime götüren ideolojik-kültürel kanallar sadece emblemata, fleta ve neo-Roman etkilerle cumhuriyetçi nehre akmıyordu. Sadece bunlarla akmıyordu çünkü Cromwell devrimi net biçimde Puritan (roundhead) askerlerin mızraklarının ucunda yükselmişti. Unutulmaz Christopher Hill devrimin bu yönünü de ihmal etmemişti. Etmemişti ama acaba işler orada başlayıp orada mı bitiyordu? Puritan dokümanları bize daha net olarak ne söyleyebilirdi? 1640’ların Protestan iconoclast tavrı ilgimizi daha fazla çekmeyi hak ediyor muydu? Edward Thompson ölümünden sonra yayınlanan son eserinde yüzünü neden William Blake’e dönmüştü? 

Ancak asıl söylemek istediğim bu değil. Genel bir eğilim var. 50 yaşına gelen/geçen entelektüellerin önemli bir bölümü yüzlerini siyasal kültüre, siyasal hayat ve kurumlara dönüyor. Hatta sembolizmlerle bezeli bir bilişsel dünyayı çözmeye çalışıyor. Başka türlü, örneğin, Edward Thompson’un ‘Making’ ve ‘Poverty’ sonrası ‘Witness’i yazması nasıl anlaşılabilir? Hill’in izinden gittiği söylenebilir ama yetersiz olur. Thompson çok sayıda örnekten sadece birisi. Buna “imkânsızlık teoremleri” sınıfından bir olay gözüyle bakıyorum. Ekonomi, hatta ekonomi politik ya da iktisadi tarih sosyal bilimci entelektüellere bir süre sonra yetmemeye başlıyor. “Puritan tracts vergiye ve toprak sahipliğine nasıl bakıyordu” diye yazmak yerine “When Christians unto carnal men give ear, Out of their way they go, and pay for 't dear; For Master Worldly Wiseman can but shew A saint the way to bondage and to woe” (Bunyan) diye başlamayı tercih ediyorsunuz. İlkinin önemsiz olduğunu düşündüğünüz için değil; ilk bakış artık yetmediği içindir. Soru şu: Neden yetmiyor? Sosyalist dalganın çekilmesi, politik döngünün baş aşağı gitmesi mi yoksa zaten fazla açıklayıcı gücü olmayan bir söylemin –klasik Marksizm- tutarsızlık ve zayıflıklarının 1950’lerden başlayarak görünür hale gelmesi ve 1980’lerde son barutunu tüketmesi mi?

Ancak Fransız tarihçiliğindeki –eski Marksistlerden bahsediyorum- U dönüşünün yanında İngiliz Marksist tarihçilerin ilgi alanlarındaki odak değişikliği önemsiz sayılır. İngilizlerde eski görüşlerinden yavaşça geri çekilmenin yanında yöntemsel ve teorik bir arayış mevcuttur. Fransızlar ise –François Furet gibi bir sembol isim yeterli olacaktır- Fransız Devrimi hakkındaki görüşlerini dahi değiştirdiler. Örneğin Alexis de Tocqueville’in Raymond Aron’un tez öğrencisi Jon Elster tarafından da Sheldon Wolin tarafından da yapılan değerlendirmeleri ciddi bir akademik-entelektüel gelişkinlik ürünüyken eskiden FKP üyesi olmuş Fransız tarihçiler Tocqueville’de sadece gericilik gördüler ve sadece o gericiliği benimsediler. Kısa süre içinde bütün görüşlerinin önüne eksi işareti koyarak ters çeviren bir akademik grup bulmak zordur: 1980 civarı Fransız tarihçilerinin dönüşümü çoktan olup bitmişti. Bu mesele Fransız tarihçiliğindeki başka bir uğrağa ve tartışmaya hiç benzemez. Hangisi?

Fransa’nın “faşizm geçirmezliği” miti ve tartışması Hitler yenildikten sonra yavaş yavaş yaratılmış bir mit ve bu mitin 1980’lerde sorgulanmasıyla ortaya çıkmış bir tartışmaydı. Fransa’da hem sağın hem de solun 1930’lara bakışı René Rémond tarafından uzun süre belirlendiği için standart görüş Fransız faşizminden bahsedilemeyeceği idi. Vichy döneminde Nazizm’le iş birliği yapıldığı ve Doriot’nun SS üniforması giydiği açıktı; fakat 1940 yenilgisi öncesi has bir Fransız faşizminden bahsedilemezdi. İşgal sonrası işbirlikçilerin Nazizm’e bağlılıklarını bazen abartmış olmaları orijinal halinde bir Fransız faşizminin var olmuş olduğu iddiasına kanıt olarak sunulamazdı. Ernst Nolte, Robert Soucy ve Zeev Sternhell 1970’lerde bu görüşü sarstılar. FKP’nin 1978 sonrası işçi tabanını teknolojik gelişmelerle de bağlı olarak yitirmeye başlaması ve ilk defa Jean-Marie Le Pen’in ırkçı partisinin yükselişe geçmesi 1980’lerin ortalarına doğru “Fransa’da faşizm olur mu?” sorusunu bazı tarihçilerin gündemine taşıdı. Fransa’da faşist akımlar 1925’ten itibaren belirmeye başlamıştı. Le Pen’in çıkışı faşizmin hem Avrupa genelindeki bir olgu olarak kökenleri ve niteliği, hem de Fransız faşizminin özel durumu hakkında tartışmalara yol açtı. Bu başka bir şeydir, “Fransa tarihini inkâr etmek”, “1789’un tarihte bir sapmaya yol açtığını” savunmak, “devrimlerin totaliterliğin yatağı” olduğunu savunmak bambaşka bir durumdur. Marksist tezlerin çoğunun geçerliliğini yitirdiğini söylemek de Marksist literatürü eleştirmek ve yöntemsel-teorik olarak başka kanallara yönelmek mümkündü ve çok yapılmıştı. Ama buradan yola çıkıp bizzat Fransa’yı, Fransa tarihini reddetmek hayli tuhaf bir durumdur.

Almanya’da da İtalya’da da böyle acayip bir olay gerçekleşmemiştir. Oysa faşizm ve Nazizm yaşamış ülkelerde tarihçilerin sonradan uçlara kayması daha çok beklenebilir. Ama olmamıştır. Olan şöyle bir şeydir: Mesela Federal Almanya’da 1960’ta başlayan tartışma tam da 1933’te Alman Katolikliğinin Hitlere destek verme konusunda sanıldığı kadar isteksiz olmadığını öne sürdü. Affinität-These olarak formüle edilebilecek bu iddia Katolikliğin pek çok maddede özetlenebilecek ideolojik/kültürel/teolojik nedenlerden dolayı Hitler’in iktidara gelişini memnuniyetle karşılamaya ve ideolojisinin özünü benimsemeye yatkın olduğunu öne sürdü. Katolikler Fransız Devrimi’ne içerlemekte, Bolşevizm’den nefret etmekte, “organik” tarım toplumu rüyasına sarılmakta, Hitler’in şahsında bir tür Hristiyan krallığını –Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu geri gelecek beklentisi- kutsamakta ve milliyetçilikten içgüdüsel olarak pek hazzetmeseler de bu kadarına adapte olmayı becerebileceklerini düşünmektedirler. Muhtemelen 1933’te Katolik cenahta durum budur. Hitler tayfasının dinle pek arasının olmadığı, hatta pagan sembolleri kullandıkları açıktır ama liberal, komünist, ateist, aydınlanmacı olarak kodlanan çeşitli iç ve dış düşmanlara karşı Almanya’nın ve Bavyera Katolikliğinin en önemli umudu yine de Hitler değil midir? 1933 yazının “siyasal teoloji yazı” olarak adlandırıldığını ve Katolik Reichtstheologie kuramının Nazi rejimine teorik destek sağlamak için kullanılmış olduğunu, tartışmaların bağlamının bu olduğunu belirtelim. 1920’lerde Weimar tartışılırken kadim Alman (Hristiyan krallığı) devletinin –Kutsal Roma-Germen- siyasal meşruiyeti restore etmek için canlandırılabileceği tezine Reichtstheologie deniyordu.

Ancak 1960’larda Katolikliğin 1933’teki rolünü tartışmaya açmak da 1980’lerde Fransa’nın “faşizm geçirmezliğini” sorgulamak da gayet anlaşılabilir iken Fransız tarihçiliğinde ve kamuoyunda olmuş olanlar pek de anlaşılabilir olmayan psikolojik bir savrulmaya işaret ediyor. Le Pen’in çok oy almasında da Fransızca tarih ve siyaset okumalarının eski cazibesini yitirmiş olmasında da biraz olsun bu yıkıcı dönüşümün, tersyüz oluşun payı yok mudur? İlkinde daha az ama ikincisinde kesinlikle daha çok…

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Siyasi mitler 23 Nisan 2024
Rerum Novarum 16 Nisan 2024
Cumhuriyetçilik 02 Nisan 2024
Fayda ve emek-değer 26 Mart 2024