Çocuğunun dondurmayı görmemesi için uğraşmak nasıl bir histir!

Alaattin AKTAŞ
Alaattin AKTAŞ EKO ANALİZ

Günlük yazımı genellikle akşamüstü saatlerinde tamamlar ve hemen hemen her gün yürüyüşe çıkarım. Çoğu kez de Tunalı Hilmi Caddesi’nde bulunan ve yalnızca çay ya da kahve de içebileceğiniz, yemek de yiyebileceğiniz ama daha çok tatlıları ile bilinen bir restoranda arkadaşlarımla buluşur ve birkaç saat sohbet edip eve öyle dönerim.

Tatlılar ve tabii ki dondurma... Yaya kaldırımından geçen çocuklar dondurma bölümüne doğru adeta süner... Acı acı gözlediğim bir durum var; çocuklar öyle yaptıkça bazı anne babalar ya da anneanneler, babaanneler, dedeler çocuklarla dondurma bölümü arasında adeta siper olmaya çalışır. Çocuk bir kere görmüşse zaten istemeye devam eder. Artık ebeveyne düşen çocuğu bir şekilde ikna edebilmek ve oradan hızla uzaklaşmaktır.

Çocukla dondurma arasına siper olmaya çalışmanın en temel gerekçesi para, yalnızca para! Belki sağlık gerekçesiyle de yapılıyordur bu, belki yemek öncesi iştahı kapanmasın diye; ama onlar çok açık ki ikinci planda. Temel sorun para! Bir dondurma parası sonuçta; ama yok işte!

“Parasını ben vereyim de yesin şu çocuk dondurmasını” da diyemezsiniz ki. Hem hangi birine diyeceksiniz; bu dramatik görüntü neredeyse her gün tekrarlanır.

Vatandaş market raflarında neyi inceler?

Eve dönüş saati yaklaşmıştır ve alınması gereken ufak tefek bir şeyler çıkar. Yol üstünde on kadar zincir marketin şubesi var, bunların birine uğrarım.

Bu marketlerde tanık olduğum ve bir dönem pek anlam veremediğim ve hatta yadırgadığım bir davranış vardı, şimdi şimdi daha iyi anlamaya başladım. Vatandaşlar, çoğunlukla da emekliler vitrin bakar gibi market raflarına bakıyor, inceliyor.

Marketler arasındaki fiyat farklarına bakılıyor...

“Şu kağıt havlu falanca markette şu fiyataydı ama o pakette şu kadar adet vardı, onun kalitesi şöyleydi, buradaki böyle...”

Hesap bitmek bilmez...

“Şu reçel orada 300 gramdı, fiyatı şuydu, burada gramajı böyle, fiyatı böyle, acaba hangisi ucuz, dur bir hesap yapayım...”

Yağ, peynir, zeytin, yumurta, alınabilirse et, yoğurt, süt, meyve- sebze...

Vatandaş hepsi için hesap yapmak durumunda.

Bunun için de raflar uzun uzun inceleniyor, hesap kitap yapılmaya ve en ucuzu, en uygunu bulunmaya çalışılıyor.

Böyle hayat pahalılığı hiç görülmedi

İki kavramı genellikle karıştırırız; enflasyon ve hayat pahalılığını.

Her enflasyon mutlaka hayat pahalılığına yol açmaz ama hayat pahalılığı yaşanıyorsa en azından bir dönem gelir artışından daha fazla enflasyon söz konusu olmuş demektir.

Hayat pahalılığının olmadığı bir tarihten başlandığını varsayarak söyleyelim; eğer geliriniz enflasyon paralelinde artıyorsa sizin için hayat pahalılığı söz konusu değildir.

Geliriniz 100, fiyatı 100 birim olan bir maldan bir tane alabiliyorsunuz. Fiyat 110’a, geliriniz de 110’a çıkmışsa o maldan yine bir tane alabilirsiniz ve hayat pahalılığı yoktur.

Ama fiyat 110 olduğunda geliriniz 105’te kalırsa sizin için hayat pahalı hale gelmeye başlamış demektir.

Bu durumun yıllar boyunca sürdüğünü düşünün!

Fiyat artışına yakın, hatta aynı oranda ücret artışı yapıldığı söylenmekle birlikte fiyat artışının sağlıklı ölçülemediğini ya da kasıtlı olarak ölçülmediğini düşünün!

Emekli ev alabiliyordu, şimdi raf inceliyor!

Bundan yirmi-otuz yıl önce emekli olan memur ve işçi emekli ikramiyesi ile iyi kötü bir ev alabiliyordu. Peki şimdi bu mümkün mü? Nerede! Başta ev olmak üzere her şeyin fiyatı tırmanırken emekli ikramiyesi reel olarak geriledi ve makas öylesine açıldı ki şimdi ikramiye ile evin belki bir odası alınabilir!

Yıllar yılı büyük kentlere doğru yaşanan göç niye tersine döndü? Büyük kentlerde kiralar son birkaç yıldır ele geçen maaşı neredeyse tümüyle yutar hale geldi. İnsanlar bırakın ev almayı, kirayı bile karşılayamaz oldu.

Üniversiteyi bitirmiş, şanslıysa iş de bulmuş bir genç, İstanbul'da Ankara'da gelirinin belki üçte ikisini kiraya ayıracak; kalanla gençliğini mi yaşasın, araba mı alsın, tatile mi gitsin?

Emekliler mi, onların durumunu girişte anlattım. Market market gezip rafları inceleyenler genellikle onlar. Yıllarca çalışmış, bu ülkeye hizmet etmiş insanlar hayatlarının son yıllarını market rafı inceleyerek geçiriyor.

Çocuklar anne babalarını çekiştiriyor; dondurma aldırabilmek için.

Ama biraz sabır, şunun şurasında iki yıl kaldı; 2026’da refaha kavuşacağız!

Hayat pahalılığında yirmi-otuz yıl öncesinden niye daha kötüyüz, işte onu karıştırmayın!

Fiyatlar ve gelir sabitlense...

Mümkün olsa ve bir karar verilse ve denilse ki artık tüm fiyatlar ve gelirler sabitlendi...

Hadi olumlu yönde bir adım daha ilerisini düşünelim; gelirler yüzde 50 artırılarak bu sabitlemeye gidildi.

Hayat pahalılığı geride kalacak mı sanıyorsunuz?

Oturun kendi bütçenizden, harcamalarınızdan yola çıkarak bu soruya yanıt verin!

Aylık geliri 10 bin lira olan bir emekli 15 bin lira almaya başlayınca ya da bir işçi eline biraz daha fazla para geçince artık istediği gibi yaşayabilecek, hatta o bizi kıskanmaktan bir haller olan(!) Alman emeklisi, Alman işçisi gibi hadi yurt dışına değilse de şöyle yurt içine deniz kenarında bir tatil yöresine ve yine beş yıldızlı tatil köyüne değilse de bir pansiyona gidebilecek mi?

Geçelim tatili, yaz geldiğinde köyüne gitmek için yol parasını düşünmekten kurtulabilecek mi?

Bir asgari ücretli artık yüzde 50 zamlı maaş alıyor diye çocuğunun dondurma tezgahına uzanması karşısında ona engel olmaya çalışmak zorunda kalmaktan kurtulacak mı?

Kendimizi kandırmayalım!

Hayat pahalılığı öylesine bir boyuta ulaştı ve standartlarımızı öyle bir düşürdü ki, yıllar önceki düzeyleri yakalamak hiç mi hiç mümkün görünmüyor.

Nedense aklıma çocukluğumda büyüklerimden çok duyduğum “Allah bugünümüzü aratmasın” sözü geliyor.

Onlar bu sözü daha çok sağlık durumları için kullanırlardı ama galiba bu söz artık ekonomik durum için de sık sık tekrar edilecek.

 

 

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar