Cumhuriyetçilik

Gündüz FINDIKÇIOĞLU
Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Cumhuriyetçilik bir Neo-Roma teorisiydi; pratiği de İtalyan şehir devletleriydi. Demokrasi ve cumhuriyet arasında ayrım yapılmıyordu. 17. ve 18. Yüzyıllar için bu ikisi aynı gibiydi. Buna göre cumhuriyet/demokrasi küçük birimlerde olabilirdi. Sosyalizmin ancak kültürel açıdan homojen küçük bölgelerde (komün) var olabileceği fikri bu tezin devamıdır. Oyun teorisinin bu tezi desteklediği görüşüyse 1970’lerin meselesidir. İlginçtir, Nash meşhur olmadan önce bile –yani 1980’lerde endüstriyel organizasyon, çalışma iktisadı, kamu iktisadı ve parasal iktisada hem ‘Nash dengesi’ hem ‘Nash pazarlığı’ sokulmadan önce- sosyologlar ve siyaset bilimciler oyun teorisinin sosyalizmle ilişkisini düşünmeye başlamışlardı. Doğaldır; 1977 itibariyle Hotelling tezi Downs modeli olarak yeniden arz-ı endam edeli 20 sene olmuştu. Daha önce, 1960’larda, düşünecek aletlere/kavramlara sahip olan insanlar meseleyi ‘teşviklerin tasarımı’ olarak koymuşlardı ki o dönemin klas makaleleri bazen zayıf/dolaylı biçimde oyun-teoriktir.

Cromwell karşısında kaybeden İngiltere kralı Charles Stuart “demokrasi sıradan insanların sıra dışı kabiliyet ve erdemlere sahip olduğunu iddia eden bir Yunan safsatasıdır” derken ve “sepet örücüleri hamallar, balıkçılar bize devleti nasıl yöneteceğimizi söyleyemez” diye buyururken işin özüne dokunmuştu. Dikkat; burada konu “geniş sayılar” değildir. Beş bin kişinin ordu sayıldığı 1642 yılında Charles elbette kalabalıklar bir araya gelince ya örgütlü ve etkin olurlar ya da çete olup yağmaya kalkışırlar bağlamında açmazları biliyordu. Bahsettiği mesele “kitlelerin”, örgütlü veya değil, “bireylerden” farklı bir tür olduğu veya olmadığı değildi. Tek tek bireylerin kapasite ve erdemlerinden bahsediyordu ki dönemin kuramı tek tek yetenekli ve erdemli olmayan bireylerin toplulaşınca, örgütlü veya değil, nasıl olup da özlerinde/kendilerinde olmayan kapasite ve erdemleri sergileyeceklerini merak ediyordu. Kolektiften erdem ve akıl doğar tezi kolayca kabul edilmiyordu. Kitlelerde bir fark varsa –ki olabilirdi- bu farktan korkuluyor, bu olası fark tek tek tehlikeli olan erdemsiz bireylerin bir araya gelince daha da tehlikeli olacakları kaygısına yol açıyordu. Önce tek tek bireylerde bazı meziyetler olmalıydı ki toplulaşınca bu meziyetlerin artacağına inanalım. Aksi takdirde sadece erdemsizlik artardı. Gerçekten de savaşlarda subayların hedef alınmasının centilmenliğe aykırı bulunduğu bir dünyada kralsız bir demokrasi sadece kadim bir Yunan fantazyası olarak görülmüyor muydu? Subaylar vurulursa orduyu oluşturan avamı kim yönetecek, “kara kalabalığın” (hoi polloi) yağmaya ve hukuksuzluğa sapmasının önüne kim geçecekti? Cumhuriyetçilik vardı ama kaygılar da vardı.

Şehir devleti/komün/dar grup üçlüsünün cumhuriyetçi tez olması ve James Madison’un geniş sayılar/geniş coğrafya tezini –ki bir tür “law of large numbers” olduğu açıktır, buna karşı öne sürmesi tarihsel fikirlerdir. Madison’un iddiasının içeriğinde Olson tezine oldukça benzer bir yorum vardır. Madison ABD kurulurken  “taşranın avamlığına” karşı “geniş sayıların” anonimliğine güvenmenin bir denge sağlayacağını ummuştu.  Ancak sosyalist akımların bu ‘yenilenmiş cumhuriyetçi tezden’ –yenilenmiş ama ABD’de bile Jefferson dengesinin kırılması sonucunda eninde sonunda iç savaşla test edilmiş tezden- çok daha fazlasına ihtiyaçları vardı. Hem (kısmen) enternasyonalizm hem Homo Sovieticus hem çeşitli iradeci kampanyalar –Çin’de olduğu gibi genellikle felaketle sonuçlanan kampanyalar- bu ihtiyaca verilen cevaplardır da. Elbette gördüğümüz gibi pek de sonuç vermeyen çözümler, tutmayan cevaplardır. Ancak sürekli karşımıza çıkan bu soru hala yakıcı bir soru. Sıradan insanlarda sıra dışı kabiliyet ve erdemler var mıdır? Varsa nasıl olabiliyor? Yoksa nasıl olup da sırf kalabalıklaştıkları için –örgütlü veya değil- bu insanlar önemli bir yetenek/erdem sergileyecek diye düşünebiliyoruz? Hele hele erdemlerinin de dayanışmalarının da kararlılığından, kalıcılığından nasıl emin olabiliyoruz? Bu soru insanın niteliği sorusudur ve bu şekliyle oldukça “özcü” bir soru sayılabilir. Kadim bir sorudur.

Burada bir başka kavram devreye girmeli: Devamlılık, sebat etmek ve bir öğrenme eğrisi oluşturmak. Bunu “geniş sayılar” yapamaz ama tarihte yapanlar vardır. Mesela Magna Carta: Runnymede'de Kral John'un mühürlediği kopyası ortada yoktur. Bugün hepimizin elinde olan bir yüzü Latince, diğer yüzü İngilizce metin sonradan yazılmış olabilir. Mevcut metnin kökeni John'un oğlu Henry III'ün onayladığı sürümdür. 1236'da Provisions of Merton ve 1267'de Statute of Marlbridge ile işin bir miktar oturmuş olduğu söylenebilir. Sonrasında Edward Longshanks geliyor; Mel Gibson'un William Wallace'ı canlandırdığı filmde herkesin nefret ettiği –aslında hukuk yapan büyük- kral. Öyle “baronlar dayattı, John imzaladı” şeklinde basit bir oldubitti yok. Tekrar ve sebat var. Ve mesela “We will not have the laws of England changed” var. Muhafazakârlık diye düşünülebilir ama bağlam önemli. Kiliseye baronlar söylüyor; Değiştirtmeyeceğiz diyorlar. “Bu toprağın yasalarını değiştirtmeyeceğiz”; yani Common Law muhafaza edilecektir.

Bir; belki geniş sayılarda erdem yoktur. Belki dar gruplarda da yoktur. Ama şu var: Başarıyı ve demokrasi nüvesini besleyecek, takip edecek, sahip çıkacak, her ilerleme ve kazanımı yerleştirecek, “restore edeceksin” ki kalıcı olabilsin. İki; Common Law'unu Canon Law'a karşı koruyacak aristokrasin olacak. Bunlar yoksa pek çok şey kitlelerin tercihlerinin kaprisli akışına bağlı hale gelir. Ne zaman ne olacağı bilinmez.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Siyasi mitler 23 Nisan 2024
Rerum Novarum 16 Nisan 2024
Fayda ve emek-değer 26 Mart 2024
Stalin’in arabaları 20 Şubat 2024