Geçmişten geleceğe

Gündüz FINDIKÇIOĞLU
Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

“Uzak geçmişten gelen bir kavramın veya metnin günümüzde yeni işler yapmak için kullanılabilmesinin yolları üzerine düşünmeyi reddetmek güncel siyasetle açık bir angajmana girmeyi reddetmektir”. Anne Orford burada Quentin Skinner’ın 1960’lardaki metodolojik pozisyonunu 2002’de adeta ‘esnettiğini’ yazmakla kalmaz, hukuksal bakışta “anakronizme düşme” kaygısının “anakronizm polisliğine” kadar gitmesi halinde benimsenemeyeceğini savunur. Bu görüşü hemen uygulamaya koyalım.

Modern solun aydınlanmanın çocuğu olduğu doğrudur. Ancak öncesi de var. Mesela sosyalizmin kurulması için özel mülkiyetin kaldırılması gerektiği iddiası dinsel bir iddiadır ve Latin Hristiyanlığında her kilise hukuku kitabının yazılı olsun olmasın ilk maddesi sayılabilir. Planlamaya, teknik ve organizasyona yönelik iddialar nispeten yenidir. Hatta pratikte Almanya’nın I. Dünya Savaşı sırasında uyguladığı provizyonizmden esinlenmiştir. Ancak solun asıl tezi 18. yüzyılda şahikasına ulaşmış bir iddiadır ve insan üzerinedir. Ancak bu tez de çok gerilere gitmektedir ve o da dini bir iddiadır. Marksizm’in özünün dinsel olduğu savının neredeyse tartışılmaz bir sabit olarak görülmesinin nedeni budur. 

Bu noktada ki tez var. Birincisi: “İnsan doğası iyidir” tezidir. “insanın (bozulmamış) özü” iyidir ve kooperasyona yatkındır. Bu tez kapitalizm veya önceki sömürü düzenlerinin, özel mülkiyetin, iktidarın insanı bozduğunu ifade eder. “İlk”, asıl haliyle insan doğası iyidir ve üstelik mükemmelleşmeye adaydır. Akina’lı Tomas ve Hegel bu kadarında hemfikirdir. “Mükemmelleşebilirlik” iddiası ilerleme fikriyle el ele gider. Bu tezlerin hepsinin öncesi, tarihi vardır. Hem Roma hukukunun hem de Kilise hukukunun kurucu metinleri ilk sayfalarda bu durumu belirtir. “İlahi hukuk/doğal hukuk” geçerliyken özel mülkiyet yoktu, kölelik yoktu, kral imparator yoktu: Bu söylendikten sonra “ne yapalım ki böyle devam etmedi; şimdi insan eliyle yapılan hukuktan bahsedelim” denir. “İlkel komünal toplum” tarihsel bir gerçeklik olsa da olmasa da bu tezde bir doğruluk payı olmalıdır çünkü bütün hukuklar bu kabulle başlayıp ilerlemiştir. Bu tez elbette teolojiktir. Modern sürümüyle sekülerleştirilmiş siyasal teolojinin net bir örneği olarak görülebilir.

İkincisi daha önemli ve çok daha modern bir tezdir. Solun ikinci tezi “bozulmamış bir öz” aramak yerine “bozulmuş olanın düzeltilebileceğini” öne sürer. Eğitimle, çevrenin değişmesiyle, özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla insanın değerleri, seçişleri ve tercihleri değişecektir. İnsan evet aynen eskiden bazı büyük düşünürlerin öne sürmüş olduğu gibi “mükemmeli arayabilir”. Trotsky (mealen) “İnsanlık Aristo, Marx gibi dehaları aşacak, onların da üzerinde yeni kuleler yükselecek” derken bu inancı dile getiriyordu. Bu, solun insan doğası hakkında iyimser olduğu anlamına gelir. Buradaki sorun “eğitenleri kimin eğiteceği”, kimin kimi denetleyeceği, başlangıçta kooperatif davranmayacak olan insanın (sosyalizm) sonradan nasıl “şartlı kooperasyona” (komünizm) ikna edileceğidir. Nasıl bir dönüşüm? Nasıl bir eğitim? Kaç kuşak boyunca? “Öğrenme eğrisi” nasıl bir eğridir? Buradan da derhal insanlığın eski fikirlerine geri döneriz. “Eğiticiler” bir aristokrasi mi olmalıdır? Bir “sekt” mi olacaklardır –ilk Hıristiyanlar gibi? “Aydınlanmış bir despot” mu gereklidir? Az sayıda üstün insan nasıl olup da insan doğasını bozan binlerce yıllık alışkanlıklardan arınmış Stoacı filozoflara dönüşecek, kendileri için bir şey istemeyen sıkı sıkıya kenetlenmiş bir elit haline gelecektir? Kadim Yunan’da da Roma’da da bu tartışmalar yapılmıştır.

Bu iki tez –özün baştan iyi olduğu ve bozulmuş özün düzeltilebileceği- tezleri mihenk taşıdır. Bütün aristokratik muhafazakârlıklar (1) sıradan insanlarda üstün nitelikler olmadığı (2) açığa çıkarılacak bir cevherin bulunmadığı (3) insan doğasının düzeltilebilir olmadığı varsayımları üzerine kuruludur. Bu varsayımlar bazen tezler olarak ortaya konulmuştur. Bu tezler maksimalist bir anlayışı yansıtır. Daha minimalist bir fikirler demeti “modern, seküler, psikolojiye daha uygun bir eğitim, daha iyi tasarlanmış teşvikler, daha iyi dengelenmiş bir piyasa-kamu dinamiği, daha iyi çalışan bir sağlık ve sosyal yardım sistemi vb. diye ilerler. O zaman belki insan doğasında da kısmi bir düzelme olabilecektir. Engels’in son aylarında, 1895 itibariyle Almanya’da durum budur mesela. 1959 Bad Godesberg itibariyle de durum budur ama arada iki dünya savaşı vardır. Hayal kırıklıkları her yerdedir.

Kapitalizm adıyla genel bir isim verilen ekonomik dinamiğin ne olduğunu anlamak gerekiyor. Mutlak olarak etkin değildir ama en etkin sistemler arasında ilk sıradadır. Nüfusu artırmış, yaşam beklentisini 200 yılda ikiye katlamıştır. Elbette bunun nedeni “Aydınlanmış Ekonomi” olmasıdır. Aydınlanma olmasaydı sanayi devrimi, sanayi devrimi olmasaydı kapitalizm olmazdı. Öte yandan kapitalizm adil değildir. Esasen adalet tarihte hiç var olmamıştır. Olmamıştır ama erdemler silsilesinde solun temel erdemi haline gelmiştir. Doğal haklar meselesi daha geniş kesimlerde ve daha derin bir iz bırakmıştı. Konu Gratian’a, 1130-1140 yıllarına kadar gidiyordu. İnsan ve yurttaş hakları liberal gelenekte de yankılanan bir etkiye sahipti. İddiaya göre 1789 sonrası Fransızlar sonsuz barışın, kardeşliğin ve ülke sevgisinin –evet- yolunu açıyorlardı ve Whig geleneğindeki "eskiler" teolojik bir kavram olan "sevgi" (ilahi aşk) –caritas- ile insan hakkı temelinde yeni hukuku üst üste koymayı düşünebilirlerdi. Thomas Paine ve Edmund Burke arasındaki tartışma fazlasıyla biliniyor, fakat tartışmanın ‘politik teoloji’ boyutu ve Machiavelli'nin Prens'iyle Carl Schmitt arasındaki bir boyutta devamlılık belki de fazla bilinmiyor. Zamanıdır.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Siyasi mitler 23 Nisan 2024
Rerum Novarum 16 Nisan 2024
Cumhuriyetçilik 02 Nisan 2024
Fayda ve emek-değer 26 Mart 2024