Köprüüstü Âşıkları: Umudun ve yalnızlığın gölgesinde

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK

“Beklemek ve ummak; Alexandre Dumas’nın Monte Kristo Kontu isimli kitabında yankılanan bu iki kelime, yıllardır hayatın hem en ağır yükü hem de en hafif tesellisi olarak benimle birlikte. Hatta Oğlak Yayınları’ndan çıkan kitabımın ismine de ilham vermişti. Ve tabii ki benim için beklemek, sadece durup bir şeylerin olmasını dilemek değil; umudu bir kıvılcım gibi yürekte taşıyıp, o kıvılcımı alevlendirmek için çabalamak için geçen süreç…”

Leos Carax’ın 1991 yapımı Les Amants du Pont-Neuf, yani bizde bilinen adıyla Köprüüstü Âşıkları, işte bu duyguları iliklerinize kadar hissettiren bir film. Geçtiğimiz günlerde yeniden seyrettim…

“Yeni Köprü” (Pont-Neuf), bu hikâyenin hem mekânı hem de ruhu. Seine Nehri’nin üzerinde, Paris’in 6. Bölge’sinde yükselen bu köprü, adının aksine şehrin en eski köprüsü; tıpkı filmdeki karakterlerin genç bedenlerinde taşıdıkları ağır, eski yaralar gibi.

Film, Fransız Devrimi’nin 200. yıl kutlamalarının görkemli ortamında geçiyor. Paris’in ışıkları, havai fişekler, coşkulu kalabalıklar bir yanda; diğer yanda, onarım altında, soğuk ve ıssız Pont-Neuf’ün gölgesinde hayatla mücadele eden iki kırık ruh: Michele ve Alex. Michele (Juliette Binoche), zengin bir ailenin kızı, ama sokaklarda ressamlık yaparak hayatta kalmaya çalışan, amansız bir hastalık yüzünden görme yetisini kaybetme korkusuyla yaşayan genç bir kadın. Resim yaparken âdeta hayatın yıkıcılığına karşı durmaya çabalıyor. Özellikle Rembrandt’a duyduğu hayranlık, onun sanatta kendini bulma çabasını yansıtıyor; görme yetisini yitirirken, iç dünyasının renklerine daha sıkı sarılıyor.

Alex (Denis Lavant) ise ateş yutucu, akrobat, alkol ve madde bağımlılığı pençesinde, hayatın kıyısında dans eden bir adam.

Onlara köprüde eşlik eden bir başka yalnız ruh, geçmişinden kaçan, uykuya sığınan yaşlı bir adam Hans (Klaus-Michael Grüber). Hans’ın hikâyesi  yalnızlığın başka bir yüzü. O, Michele ve Alex’ten daha yorgun, daha kırılmış. Köprüdeki sessiz varlığı, belki de bu iki gencin gelebileceği noktayı temsil ediyor.

Bu üç insan, Pont-Neuf’ün taşlarında bir araya geliyor; birbirlerine tutunarak, belki de sadece bir an için, yalnızlıklarını unutmaya çalışıyorlar.

Yeni umutlar, eski yaraların üstüne inşa edilir. Onarılmakta olan bu köprü, Michele ve Alex’in yarım kalmış hayatlarını, onarılmayı bekleyen ruhlarını simgeliyor. Köprünün üstü ya da altı, toplumun unuttuğu, dışladığı insanların buluştuğu bir liman. Bu mekân, modern şehirlerin gözden sakladığı kırılgan hayatların bir izdüşümü.

Edebiyat eleştirmeni, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı Walter Benjamin’in ‘flâneur’ü gibi Michele ve Alex de kentin kenarında sürüklenen, ama aynı zamanda onun yabancılaşmasını en keskin biçimde gözlemleyen figürler. Pont-Neuf, Benjamin’in 19. yüzyıl Paris pasajlarını anlatırken işaret ettiği gibi, modern hayatın geçişken ve yalnız ‘liman’larından biri: Hem bir sığınak hem de aidiyetsizliğin simgesi.

Şehir kutlamalarla coşarken, köprünün gölgesindeki bu insanlar, sistemin dışladığı sessizlikleriyle hayatta kalmaya çalışıyor. Hepimizin içinde bir yerlerde, sığınacak bir köprüaltı ya da üstü arayan bir yan yok mu? Hele ki orada bizimle aynı yalnızlığı paylaşacak birileri varsa…

Michele ve Alex’in hikâyesi, ümitsizliğin insanı nasıl bir uçuruma sürükleyebileceğini gözler önüne seriyor. Michele’in görme yetisini kaybetme korkusu, onu hem kırılgan hem de hayata tutkuyla bağlı kılıyor. Alex ise Michele’e duyduğu aşkta, kıskançlıkta, kaybetme korkusunda âdeta kendini yok ediyor. Onun çaresizliği, Michele’in “gidebileceği” korkusuyla birleştiğinde, akıl almaz eylemlere dönüşüyor: Nehre para atmak, Michele’in ameliyat olma umudunu duyuran afişleri yırtmak, hatta kendi elini tabancayla vurarak içindeki acıyı bedene kazımak… Bu anlar, sevginin ne kadar kurtarıcı, ama aynı zamanda ne kadar yıkıcı olabileceğini haykırıyor. Alex’in bu delice eylemleri, onun Michele’e bağımlılığını, onu kaybetme korkusunu öyle çıplak bir şekilde ortaya koyuyor ki, izlerken yüreğiniz sıkışıyor. Seine Nehri’ne birlikte atlamaları ise hem bir teslimiyet hem de bir başkaldırı. Nehir, onların çaresizlikten doğan birleşmelerinin en güçlü sembolü: Hem bir son hem belki bir başlangıç.

Ama film, sadece karanlığı değil, umudun küçük kıvılcımlarını da gösteriyor. Michele ve Alex’in köprüde dans ettikleri, içki şişelerini paylaştıkları, hayalleri fısıldadıkları anlar, ümitsizliğin içinde bile bir ışık bulabileceğimizi hatırlatıyor. Paris’in görkemli ama acımasız fonunda, bu anlar insan ruhunun direncini kutluyor. Filmin sonunda, Michele ve Alex’in bir kum gemisine yüzerek çıkıp, “Elveda Paris, elveda çirkinlikler, pislikler” diyerek şehri terk etmeleri, bir umut vaadi gibi.

Bir an durup nefes almak gerekiyor. Hayatın bu hüzünlü ritminde, umut kadar duraksama da bir ihtiyaç.

Ama gerçek hayatta, her zaman böyle bir kum gemisi bulamayabiliriz. Bir Leos Carax yok ki hikâyemizi mutlu sona bağlasın. İşte bu yüzden, umutlarımızı başka baharlara ertelemeden yaşamalıyız. Beklemek ve ummak yetmez; o umudu gerçeğe dönüştürmek için çaba sarf etmeliyiz, tıpkı Monte Kristo’nun Edmond Dantès’i gibi.

Ve evet, biraz ümit diyorum. Bir başkasının ümitsizliğine dokunmak, onun yalnızlığını hafifletmek, belki de kendi yalnızlığımızı anlamanın bir yolu. Hepimiz bir gün o köprü üstünde ya da altında olabiliriz. Kendi korkularımızla, çaresizliklerimizle yüzleşebiliriz. Ele sıkılan kurşunun yönü yüreğe dönmeden, kendimizi ve başkalarını bir de bu gözle değerlendirelim. Birinin köprüsüne sığınak olmak, hayata anlam katan en güzel çaba değil mi?

Hayat kısa, evet, ama her ânında bir umut kıvılcımı saklı. Belki de hepimiz, bir şekilde, o köprüdeyiz… Ve umudu bulmak için, sadece bir adım atmak gerekiyor. Belki de tüm mesele, birinin köprüsünü yalnızlıktan çıkartıp, birlikte geçilebilir bir yer hâline getirmektir.

 

Henüz bu içeriğe yorum yapılmamış.
İlk yorum yapan olmak ister misiniz?
Yorum yapmak için tıklayınız
Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar