Acı acı sirenler çalıyor!

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK

Maviye çalardı rengi, umut mavisine. Asla asi olmayan... Gündüzleri çağıran kıpırtı, gece çökünce bir kara delik gibi insanı kendine emen derin, zifiri bir boşluktu. Onu ilk günden keşfetmiştim. Aksi nasıl mümkün olabilirdi ki!.. Kente girmeden beni, o karşılamıştı. Daha sonraki geri dönüşlerimde, uzun saatler süren konuşmasız, müziksiz, hüzünlü yolculuklarımda tek sevinçti. Onunla göz göze gelince, bir süre ayrı kalınmış sevgiliyi yeniden duyumsardım.  Beni, deniz yüzeyinden bin metre yükseklikteki o kente bağlayanların ön saflarında geliyordu.

Güneş, asla bulutun gözükmediği masmavi gökyüzüne asılıp sonsuzluğa dek dünyayı ısıtmaya ve aydınlatmaya mahkûmiyetinin sıkıcı yalnızlığını sürdürürken, ben aşağıda, onun serin yüzüne temas etmeyi, bedeni üzerinde veya içinde hissetmeye çalışır, güneş ne kadar parlayıp ısıtırsa ısıtsın “sen de sonsuzluğa kadar yaşayacaksın,” diye kendimi avuturdum.

Avuturdum ama hakkında hiç de iyi olmayan söylentiler çıkmıştı. Yavaş yavaş küçüldüğü, kendi içine büzüldüğü lafları dolaşıyordu. Son yıllarda o kadar çok istismar edilmişti ki, artık kendini savunamayacak duruma düşmüş, hatta zarar verici olmaya başlamıştı. Aslında yalnızca uzaktan izleyebilirdik, hayallerimizde yaşayabilirdik ancak onunla...

Yıldızların gökyüzünü pıtrak gibi doldurduğu yaz gecelerinin serin banklarında, kayan yıldız görmeye çalışıp gökyüzünü bir o yana bir bu yana delen uyduların geçişini izlerken, onun aşağılarda bir yerlerde olduğunu hisseder, sessiz sevgilimin derin uykusunu bölmemek için fısıldayarak konuşur, sabah serinliğinde bana gülümseyeceği saati iple çekerdim. Bir şafak daha eksilirdi o gülümsediğinde. Akşamları güneşe son elvedayı da o derdi. Öyle çok utanırdı ki o saatlerde benim delici bakışlarımdan, yüzü, bedeni kızarır, bu kızıllık dakikalarca üzerinden gitmezdi. Ta ki derin uykusuna dalana kadar...

Ona hiç dokunamadım birlikte olduğumuz 56 gün boyunca. Yalnızca seyrettim. Hayran olduğum mavi saçlarının dalgalı kıvrımlarında doğduğum kentten izler, sesler, kokular aradım. Aslında biliyordum, o, iğfal edilmişti yıllar önce. Bu nedenle de çoktan kötü yola düşmüştü. Ben, onu görmek istediğim, hayal ettiğim gibi, temiz yıllarındaki görüntüsüyle gözümde canlandırıyordum. Gerçekten de o denli uzaktan, binlerce ton tozun arasından öyle görünüyordu...

Sonra, sonra hiç bencil değildi. Benim gibi altı bin kişiye daha kucak açmıştı. Hepsini mutlu edecek denli sevecen, anaçtı. Ama yine de birileri tarafından kirletilmeye karşı koyamıyor, bizden yardım beklercesine hüzünlü bakıyordu çoğu kez...

Zorunlu geldiğim kentten ayrılırken onun için üzülüyordum. O ise, bizden sonra gelecek binleri kucaklamak için hazır bekliyor, her şeye rağmen, son gününe dek direnme isteğinin derinlerinde bir yerlerde var olduğunu muştuluyordu.

Kenti terk ettikten sonra, ama onu asla unutamadım. Zaten o peşimi bırakmadı gazetelere televizyonlara yansıyan acıklı serüveniyle…

31 yıl önce yazmıştım bu yazıyı askerlik görevimi yaptığım Burdur’dan ayrıldıktan sonra. Yine bir ağustos ayıydı. Türkiye'nin yedinci büyük gölü olan Burdur Gölü'nden söz ediyordum. Yazım, şu cümlelerle bitiyordu:

"Bir daha ne zaman karşılaşacağız bilemiyorum, ama Burdur gölü anılarımda daima yaşayacak. Uluslararası öneme sahip birinci sınıf bu sulak alan, sanayi atıklarıyla birlikte, yapımı tamamlanmakta olan Burdur kanalizasyonunun pisliğini de munis bir şekilde kabul edip doğal direnci ile yaşamaya çalışacak. Çarşamba günü Anadolu Ajansı'nın geçtiği bültene göre ise kanalizasyon oraya dökülürse altı ayda lağım çukuruna dönüşecek. Ve yıllardır oradan geçen ona hayran on binlerce askerin gözlerinden birer damla yaş süzülecek, ona ulaşıp biraz olsun hayat verebilmek için..."

Burdur gölü havzada yaygınlaşan sulu tarım ile artan su ihtiyacı sebebiyle gölü besleyen dereler üzerine yapılan barajlar ve kontrolsüz yeraltı suyu kullanımı nedeniyle 1987’den beri küçülüyor ve medyaya haber oluyor. Geçtiğimiz günlerde internette okuduğum bir yazı nedeniyle ben de bir kez daha hatırlatmak istedim bu şahane gölü:

“Gölün su seviyesi, en yüksek düzeye ulaştığı 1970 yılı mayıs ayından bu yana 20,29 metre düştü. 54 yılda göl hacmi 7 bin 426 hektometreküpten yüzde 47'lik düşüşle 3 bin 952 hektometreküpe geriledi.”

Burdur’dan ayrılırken “maviye çalan” göl için sakladığım acının közlenmiş ateşi bir kez daha canlandı. Tıpkı 30 yıldır zaman zaman okuduğum haberlerde hissettiği gibi. Burdur gölü ve çoğu diğer göl susuzluk benim o ilk yazıyı yazdığım günlerdeki gibi sinyal vermiyor, artık acı acı sirenler çalıyor! Yarın artık çok geç olacak...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Bugünü anlamak için… 30 Ağustos 2024
“Gelecek Antalya” 19 Ağustos 2024