Elbette Cumhuriyetten yanayız!

Ahmet Kasım HAN
Ahmet Kasım HAN KAVANOZUN DİBİ

Etrafımız ateş topu.

Çarşambayı sel aldı. Borsa İstanbul bir günde iki defa devre kesti; kayıp %7,1 oldu.

Merkez Bankası Para Piyasası Kurulu faizi 500 baz puan arttırarak %35’e, bileşikte %41,74’e çıkardı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan İsveç’in NATO’ya Katılım Protokolünü imzaladı.

Bunların hepsinin üzerine, böyle bir köşeyi doldurup taşıracak kadar laf söylemek, analiz yapmak, tartışma açmak mümkün.

Fakat bunu yapmayacağım dostlar. Zira, bu hafta Pazar günü ülkemizin bir Cumhuriyet olarak tescilinin yüzüncü yıl dönümü. Ve bu yazı benim 29 Ekim öncesi sizlerle hasbihâl etmek için bu hafta son fırsatım. Ben de bu fırsatı, bu zamanı ve köşeyi 29 Ekim ve Cumhuriyet dışında bir konuya harcamayı REDDEDİYORUM!

Çünkü bu milletin “kul” ve “tebaa” olmaktan çıkıp “hür” ve “eşit” biçimde egemenliğin sahibi olduğu, Kurtuluş Savaşı’nın taçlandığı gündür 29 Ekim. Bu günün yüzüncü yıl dönümü basit bir anma günü değildir.

29 Ekim elbette bir bayramdır. Milletin Cumhuriyet fikriyle bütünleşmesinin kutlandığı bir bayram. Coşkuyla kutlanması tabiidir. Ancak basit bir eğlence günü, bir karnaval veya festival değildir. Öyle nitelenemez. Bir onur, gurur, heyecan ve saygı günüdür. Ruhu budur. Bu ruh içerisinde ülkenin geleceğine inancı ve bu aydınlık geleceğin yoluna tutulmuş ışığı yaşatır. İşte o ışığın adı da Atatürk’tür. Bu ruhu algılayamayan gafiller veya o inancı paylaşmayan, ışığı reddeden “bedhahlar” (kötü yürekliler) muhakkak vardır. Ama millet bu gerçekliğin farkında olmalıdır ve inanıyorum ki farkındadır.

Bu sebeple herkesin Cumhuriyet’imizin yüzüncü yıldönümünün nasıl sönük, heyecansız, ışıksız geçiştirildiğinin en az benim kadar ayırdında olduğunu düşünüyorum.

Esasen iş milli bayramlara geldiğinde bu “geçiştirme” eğilimi yeni bir vaziyet de değil. Sadece 19 Mayıs’ların, 23 Nisan’ların geçiştirilmesi de değil mesele. Dahası bu günlerde, o günlerin ulusun hayatında bir dönüm noktası olmasını sağlayan ana öznenin, Atatürk’ün, adını anmamak, hakkını teslim etmemek yönünde, neredeyse kasıtlı görünen, bir çaba da var. Bu durum göze en fazla 30 Ağustos’larda ve Çanakkale zaferi yıldönümlerinde batıyor. Elbette bu kimsenin haddine değildir.

Bahsi geçtiğindeyse bin bir uyanıklık, bin bir laf cambazlığı ile, örneğin sadece ismiyle hitap edilmek suretiyle, O’na Atatürk demekten kaçınıldığını söylemek mümkün. Bu “unutkanlık” mı? Asla. Bana kalırsa Atatürk’ü ve hatırasını anmıyor olanların dertleri hafıza ile alakalı değil. Aksine, O Cumhuriyet’in “ilelebet payidar kalacağının” simgesi olarak, fikirlerinin ışığıyla bu zevatın hep hatırlarında. Gözden kaçmayan saygısızlıklarından yapıyorlar bunu kuşku yok; ama daha da fazlası Atatürk’ün onları ürküten saygınlığından kaynaklanıyor bu tavır. Anadolu irfanına sığınıp: “Yeğniyi yel alır, ağır yerinde kalır”, demek lazım.

Hemen şunu da söyleyeyim bu unutkanlıktan zaman zaman alay-ı vala ile çıkılıyor. O zaman da bir nümayiş, bir tantana. Ancak oradaki yapmacıklıkta gözden kaçmıyor. Kesif bir işimize geleni alıp, gelmeyeni bırakalım hevesi var havada adeta. Bu defa kafada deli sorular: İşimize gelen ne ola ki? Milletin baş edilemez Atatürk sevgisine karşı siyaset yapmak mı zor? Atatürk’ün ismi, resmi akıllara, konuşmalara ne sebeple neredeyse hep seçimlerden, referandumlardan önce geliverir? Atatürk’ün, 29 Ekim 1933’de Cumhuriyet’in Onuncu Yılı kutlamaları münasebetiyle Ankara Hipodromu’nda okuduğu Onuncu Yıl Nutku’nun metnine önce yazdığı, sonra okumaktan vazgeçtiği: “Beni hatırlayınız” ifadesinden kastı elbette bu değildi. Onu hatırlamak illaki “fikirlerini, duygularını anlamaktır.” Buna olsa olsa “poster ve nutuk Atatürkçülüğü” denebilir. Tek işlevi Atatürk’ü bir “boş gösteren”e, görüntü ile içeriği birbirinden koparılmış, kendi fikirleriyle alakası kesilmiş, araçsallaştırılmış bir figüre indirgemek olabilir. Zira, Atatürk, Cumhuriyet demektir, Atatürk, laiklik demektir, Atatürk bağımsızlık, muasır medeniyet ve elbette vatanseverlik demektir. Atatürk, kendi ifadesiyle söylemek gerekirse, “Cumhuriyetten” yana olmak, “düşünsel ve toplumsal devrimden” yana olmak demektir. Bunları unutarak anılması, anmak değil, isim geçirmektir. Buna da kimsenin hakkı yoktur. Ve bugün O’nun ışığında Cumhuriyeti kutlayanlar O neyin yanındaysa orada durup, dünyaya da oradan bakmaya devam etmektedirler. Cumhuriyet’in teminatı bir takım kendinden menkul “koruyucu ve kollayıcılar” değil, işte bunlardır. Millet olarak biziz…

Ve bir milletin tarihinin dönüm noktası niteliğindeki günlerde, zamanlama olarak bunların etrafında, kamuoyunun dikkatini dağıtacak; başka anlamlandırmaları, referansları, öncelikleri gündeme sokacak, gösteriler, mitingler, kutlamalar vs. yapılmamalıdır. Uygun olan, zarif, olan, şık olan, milli hassasiyet nişanesi kabul edilebilecek olan budur. En azından, eğer öncelik söz konusu milletin birliği, bütünlüğüyse bu böyle olmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihin bu en önemli gününde, üstelik de Yüzüncü Yıldönümünde, bir gün önce “Büyük Filistin Mitingi” düzenlenmesi bu bakımdan, en hafif tabiriyle, bir hatadır. Hele tüm bir yıla yayılması gereken törenlerin, etkinliklerin ve daha bir çok çeşitte kutlamanın yapılmadığı, düzenlenmediği bir ortamda bu fahiş bir hatadır. Milletin egemenliğinin tescillendiği günü gölgeleyecek böyle bir organizasyonun, sebebi ne olursa olsun, bir mazeretini bulmak zor. Keşke, en azından, gelecek haftaya ertelenmesi hassasiyeti gösterilse, tüm bir yıl boyunca sergilenen duyarsızlığın tepesine de tüy dikilmese, diyeceğim ama, korkarım artık çok geç. Fatih Altaylı’nın isabetle dediği gibi “günler torbaya girdi” anlaşılan.

Ayrıca bu hatayı kabul edilir kılmak için: Devletimiz büyüktür, hepsini bir arada yapar,  orada  insanlar ölüyor gibi, gerçek ama bu vakada karşılığı olmayan, tezlerin kullanılması da bir şey değiştirmez. Tüm bunlar doğrudur. Ama Orta Doğudaki bu savaş on dokuz gündür sürüyor. Maalesef daha da sürecek gibi. Cumhuriyet’in ilanının Yüzüncü Yıldönümü ise bir gün. Tek bir gün… Ve o gün bu milletin hayatının dönüm noktası.

Her mümkün muhayyel vesileyle bu milletin önüne söylemsel bir varoluş mücadelesi çıkarıp, devletlerin hayatında son derece olağan kabul edilebilecek; çoğu da başka hiçbir güç, teşvik ve yardıma, veya büyük komplolara, ihtiyaç duymadan; kendi aldığınız kararlar neticesinde zuhur eden krizlere “Kurtuluş Savaşı” ismini yakıştırmak, bu milletin o şanlı ve temiz mücadelesini de “boş gösteren” olmaya evriltir. Bunu da kimse istemez herhalde. İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Akif Ersoy boşu boşuna: “Allah bu millete bir daha ‘İstiklal Marşı’ yazdırmasın.” dememiştir. Siyasetin marifeti, her cephede yeni bir kurtuluş savaşı peydahlayıp, sonra bu hayalet savaşları kazandığı efsanesi üzerinden iktidarını yeniden üretmek olmasa gerek. Marifet vatanı ve milleti bu felaketlerden uzak tutmaktır. Milletin bayramlarını, kahramanlarını sadece işe gelen biçimde hatırladığınız, ve onlara, yine işinize geldiği gibi, muamele ettiğiniz bir fotoğraf, mütemadiyen tarihi yeniden yazma çabası içerisinde olduğunuz görüntüsü verir. Büyük ölçüde söylemsel zeminde yürüyen, çelişkilerle dolu ve sonuçsuz mücadeleler vasıtasıyla ne Cumhuriyet’in gerçek hikayesi unutulur ne de Atatürk aşılabilir. Benden söylemesi.

Son olarak bir hakkın teslimi bakımından şunu da söyleyeyim. Cumhuriyet’in yüzüncü yılını kutlamak konusunda özel sektör, kamudan ve siyasetin genelinden, daha iyi bir sınav veriyor.

Bu esnada Atatürk’ün Partisi olmakla övünen Cumhuriyet Halk Partisi, 4 ve 5 Kasım’da yapacağı 38. Olağan Kurultay’ın heyecanında!? Bunu da not etmeye değer!

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Bitmeyen iktidar… 23 Nisan 2024
Dalga… 16 Nisan 2024
İstisnanın gücü 16 Ocak 2024