Soğanın cücüğü!

Alaattin AKTAŞ
Alaattin AKTAŞ EKO ANALİZ

İsteniyor ki vatandaş "Ben niye iyi ısınamıyorum, ben niye çatısı akan evde oturuyorum, ben tatil bir yana memleketime bile niye istediğim zaman gidemiyorum, ben niye eskimiş mobilyalarımı atıp yenilerini alamıyorum" diye sormasın, haline şükretsin!

Piyango biletine büyük ikramiye çıktığı takdirde zenginler gibi soğanın cücüğünü yeme hayali kuran garibanla ilgili fıkradaki gibi bir durum var. Yaşam koşulları öylesine zorlaştı ki, o fıkra adeta gerçeğe dönüştü. Zaten son dönemlerin enflasyon simgesi de soğan olmadı mı... Ama bu toplum yıllardır aslında soğanın cücüğüne hasretmiş gibi yaşıyor.

İnsanın doğasında vardır; biraz da bildiğini ister, onun eksikliğini hisseder. Hayatında havyar yemeyen biri bunun özlemini duyar mı hiç! Ama idare edenler için önemli olan insanları var olduğunu bildiğini istemez, özlemez hale getirmek.

Yani siz tutar başka bir şey yaparsanız; ne bileyim, insanların beynine var olduğunu bildiklerini ya da etrafta başkalarının sahip olduğunu gördüklerini "özlememe dürtüsü"nü kazırsanız, işte o zaman siyaseten çok başarılı olursunuz. Bunun için de insanlara aslında hiç işlerine yaramayacak şeyler sunar ve onlarla avunmalarını sağlarsınız. İşte o zaman soğanın cücüğü unutulur, bulunabilirse dış kabuklarla da yetinilir. 

Galiba yıllar önce okumuş ya da bir filmde izlemiştim; çok etkileyici bir sahneydi. Büyükçe bir mekan ve orada yaşayanlar... Bulundukları mekanın içinde ise görece küçük ve etrafı kapalı başka bir mekan. O küçük mekanın penceresini açıp içeri bakarak orada bulunanlara acıyorlar. Sonra içlerinde birinin aklına kendi bulundukları mekanın penceresini açmak geliyor. O da ne; dışarıda çok daha büyük bir mekan! Belki onun dışında daha da büyüğü. Adeta matruşka gibi...

O ikinci mekana sıkışıp kaldık

TÜİK dün 2022’nin yoksulluk ve yaşam koşulları istatistiklerini açıklayınca o matruşka misali iç içe konumlandırılmış mekanlar geldi aklıma. 

En küçükten bir büyük olandayız sanki. Arada en küçüğe sıkışmış olanlara bakıp avunuyoruz da, daha geniş alanlarda ve daha refah içinde yaşayanları görmüyoruz. Görmemiz istenmiyor ki zaten.

Bakın TÜİK’in yaşam koşulları araştırması ne gibi sonuçlara işaret ediyor:

  • Hanelerin yüzde 59.6’sı evden uzakta bir haftalık tatil masraflarını karşılama olanağına sahip değil. Düşünün, her beş haneden üçünün bir haftalık tatile gücü yetmiyor.
  • Hanelerin yüzde 41.5’inin iki günde bir et, tavuk ya da balık yiyecek parası yok. Beş haneden ikisi... Aslında bu soru iki günde bir yerine haftada bir diye sorulsa bile çok farklı bir sonuç çıkar mı, emin değilim.
  • Yüzde 31.1’lik bir kesim beklenmedik bir harcama çıktığında bunu karşılama olanağından yoksun. Üç haneden biri sürekli olarak adeta ekstra bir harcama çıkarsa kaygısı yaşıyor.
  • Hanelerin yüzde 20.4’ü evininin ısınma ihtiyacını karşılayamıyor. Yani beş haneden biri ısınamıyor. 
  • Konutunun izolasyon sorunundan dolayı gerektiği gibi ısınamayanların oranı ise daha yüksek, yüzde 33.6. 
  • Hanelerin tam yüzde 65.4’ü eskimiş mobilyalarını yenileyecek durumda değil. Bir başka ifadeyle her üç hanenin ikisi artık içine sinmeyen eski mobilyaları kullanıyor.
  • Hanelerin yüzde 33.6’sı sızdıran çatı, nemli duvar, çürümüş pencere çerçevesi gibi sorunlar yaşıyor. Üçte bir! 

Büyük büyük laflara gerek yok!

Durum bu işte! Öyle büyük büyük laflara, anlaşılmaz teknik değerlendirmelere gerek yok.

Vatandaş böyle yaşıyor. Hani o ikinci ve büyük sanılan mekan vardı ya, orada yaşıyor. Daha küçük yerde olanlara bakıp “Aman halime şükür” diyor, hem zaten böyle demesi için sürekli telkin bombardımanına tutuluyor ve dışarıyı göreceği pencereden de uzak durması tembihleniyor. 

Olur ya dışarıdaki hayatın daha güzel olduğunu görüp imrenir ve “Ben niye iyi ısınamıyorum, ben niye çatısı akan evde oturuyorum, ben tatil bir yana memleketime bile niye istediğim zaman gidemiyorum, ben niye eskimiş mobilyalarımı atıp yenilerini alamıyorum” diye sorarsa?

Bir hakkı teslim etmek gerek; toplumun büyük bir kesiminin böyle düşünmesini sağlamada gayet başarılı olunduğu da ortada.. 

 Yıllardır böyle

Bu yoksulluk, bu ikinci mekana sıkıp kalmışlık yeni değil. Bu istatistikler 2006 yılından beri açıklanıyor ve bunca zamanda kayda değer bir değişiklik olmadı. 

Ama yaşam koşullarındaki bu olumsuzlukların giderilememiş olması da aslında bir geri gidiş demek. Tamam, son yıllarda çok büyük bir bozulma yok ama önemli olan yerinde saymak değil ki, ilerleyebilmek; bu olumsuzlukları yavaş yavaş hafifletebilmek. 

Oysa biz o ikinci mekanı benimsemişiz, çoğumuz pencereden dışarı bakmaya ve oradaki yaşamı görmeye bile hazır değiliz, buna cesaretimiz de yok. Bakarsak ve canımız isterse diye korkuyoruz belki de. 

Olur ya tesadüfen bir gün havyarın tadına bakar ve çok sever de her zaman yemek istersek! 

Dedim ya telkin bombardımanı da hiç eksik değil; “Sıkın dişinizi, gelecek daha iyi olacak” lafları...

Peki insan “Bunca yıl dediğinizi yaptık, sıktık dişimizi ama geri dönüp baktığımızda bugün dünden daha iyi olmadı, niye gelecek için söylediklerinize inanalım” diye hiç düşünmez mi? 

Düşünene en küçük mekan işaret edilir hemen, “Bak orada yaşamak da var” diyerek: 

“Fazla şikayetçi olma, sabret, çalışıyoruz...”

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar