Glasgow COP26 İklim Zirvesi’nin siyasi boyutu
Mithat RENDE
Emekli Büyükelçi
Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği, Akit Taraflar 26. Konferansı (COP26) İngiltere’nin başkanlığında Glasgow’da devam ediyor. Konferans Glasgow İklim Zirvesi olarak da anılıyor. ABD Başkanı Joseph Biden başta olmak üzere, etkinliğe 120’yi aşkın liderin katılması konferansın zirve olarak sunulmasını haklı kıldı. İklim sürecini 2009 Kopenhag Konferansı’ndan itibaren izleme fırsatı buldum. Glasgow’un ilk haftasına bu kez müzakereci sıfatıyla değil gözlemci olarak katıldım. Konferans pandemi, küresel enerji krizi, aşırı yüksek doğal gaz fiyatları ve ekonomik durgunluğun gölgesinde başladı. Her şeye rağmen, sürecin Glasgow’da ivme kazandığını gördüm. Ayrıca siyasal niteliğe büründüğünü söylemek mümkün. Özel sektörün ve bankacılık camiasının ilgisi de kaydetmeye değer. Bu değişimi aşağıda izah etmeye çalışacağım nedenlere ve gelişmelere bağlamak mümkün.
Öncelikle kısa bir hatırlatma yapalım. İklim, sürdürülebilir kalkınma, enerji arz güvenliği, ekonomilerin karbondan kademeli olarak arındırılması, temiz enerji dönüşümü, yoksullukla mücadele, gıda kıtlığı, tarım ve ormansızlaştırmanın önlenmesi, göç hareketleri gibi küresel gündemin her boyutuyla ilişkili. Buzulların erimesi, deniz sularının yükselmesi, dünyanın birçok bölgesinde can kaybına ve yıkıma yol açan seller, kasırgalar, orman yangınları ve kuraklık, iklim değişikliğinin son dönemlerde daha sık görülen sonuçları. Dünyanın saygın iklim ve çevre bilimcilerinin yer aldığı Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) son raporu da bu konuda karamsar bir tablo çiziyor. İklim krizi, pandemi gibi, ülke, bölge, kıta tanımıyor.
Sözünü ettiğimiz yıkıcı doğa olayları ABD, Almanya, Hollanda, Avustralya, Kanada gibi gelişmiş ülkelerde ciddi tehdit oluşturmuş durumda. Başkan Biden, Glasgow’dan ayrılmadan düzenlediği basın toplantısında, durumun vahametini izah ederken, New York’ta bodrum katlarında boğulan vatandaşlarından bahsetti ve iklimin varoluşsal bir tehdit olduğunun altını çizdi. Ancak, iklim krizi altyapıları daha zayıf, ekonomileri dayanıksız ve hazırlıksız olan en az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde daha büyük hasarlara yol açıyor. Türkiye de seller, orman yangınları ve kuraklık gibi iklim ve küresel ısınma kaynaklı doğa olaylarıyla iklim krizinden nasibini aldı. İçinde bulunduğumuz Akdeniz Bölgesi esasen IPCC tarafından en kırılgan bölgelerden biri olarak tanımlanmıştı.
Siyasal boyuta dönecek olursak, öncelikle İngiltere’nin, tüm kurumlarıyla ciddi bir hazırlığa giriştiğini, konferansın başarısı için iyi bir altyapı oluşturduğunu ve ciddi katılım garantilediğini gördüm. Başbakan Boris Johnson’un kişisel angajmanı, eski bakanlardan etkili bir konuşmacı olan Hint kökenli Alok Sharma’yı konferans başkanı olarak görevlendirmesi, Eşbaşkanlığı üstlenen İtalya’nın Başbakanı Mario Dragi’nin kişisel katkıları, G20 Roma Liderler Zirvesi’nin küresel ısınmanın 1,5 dereceyle sınırlandırılması hedefine bağlılık kararı bu çerçevede değinmeye değer gelişmeler.
Buna ilave olarak ABD’nin, Trump’ın Paris İklim Anlaşmasından ayrılarak yol açtığı zemin kaybını gidermek ve sürece global düzeyde liderlik etmek amacıyla gerçekleştirdiği çalışmalar ile Glasgow’a yoğun iştiraki dikkate değer. Daha önce hiçbir iklim etkinliğine bu denli yoğun ABD katılımı görmemiştim. Başkan Biden dışında, eski Başkan Obama, Başkan Yardımcılarından Al Gore, Enerji Bakanı Jennifer Granholm, Başkanın Özel İklim Temsilcisi, eski Dışişleri Bakanı John Kerry ve Beyaz Saray İklim Danışmanı Gina McCharty katılımcılar arasındaydı. Ek olarak Bill Gates, Leonardo di Caprio gibi değişik sektörlerden yıldızların Glasgow’da sahne almasını ilginç buldum.
Başkan Biden’ın ana konuşması ve basın toplantısı oldukça siyasi nitelikliydi. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i konferanstan kaçmak ve liderlik yapmamakla suçladı. Temiz ekonomiye dönüşümün hararetli savunucusu Biden, Glasgow’da oluşturulan, kömürün kademeli olarak devre dışı bırakılması koalisyonuna iç politika hesaplarıyla katılmadı. Aynı zamanda kömürden sonra en kirletici fosil yakıt olan petrol üretiminin artırılması için OPEC üyesi ülkelere ve özellikle Suudi Arabistan’a baskı uyguladı.
İklim sürecinin siyasallaşmasına Avrupa Birliği (AB) de katkıda bulunuyor. AB yeni kalkınma stratejisi olarak sunulan ve sınırda karbon vergisi uygulaması öngören, oldukça iddialı Yeşil Mutabakatı ve yeni İklim Yasasıyla kendisini en çevreci ve en iklimci olarak konumlandırırken, diğer taraftan Arktik Bölgesi’nde petrol ve doğal gaz aramalarını yasaklamıyor, ayrıca Polonya’nın kömürü devre dışı bırakma tarihini 2030 yerine, 2049 olarak belirlemesine sessiz kalabiliyor. Buna ek olarak, Kuzey Akım 2 projesinin devreye girmesiyle Rus doğal gazını daha uzun yıllar kullanmayı öngörüyor, ayrıca şu anda yüzde 40 olan Rusya’ya bağımlılığının daha da artmasını sorun olarak görmüyor.
Oysa zirvenin en aktif üst düzey aktörlerinden, Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) İcra Direktörü Fatih Birol, konferanstaki konuşmalarında, 1,5 derece hedefinin tutturulması için yeni petrol ve doğal gaz aramalarına son verilmesi gerektiğini, örgütün veri bazlı raporlarına gönderme yaparak kuvvetli ifadelerle dile getirdi. Hindistan’ın yeni taahhütlerini, örneğin Başbakan Narendra Modi’nin zirvedeki konuşmasında sıfır karbon hedefi için 2070 tarihini ilan etmesini, deyim yerindeyse iddialı buldum. Enerji bakanlarının elektrik üretiminde halen yüzde 70 oranında kömüre bağlı oldukları yönündeki açıklamasıyla birlikte değerlendirildiğinde bu yüklenimin nasıl uygulanabileceği, finansmanın nereden sağlanacağı sorusu akla geliyor. Benzer şekilde, an itibariyle ciddi enerji krizi yaşayan, bazı fabrikalarına elektrik sağlayamadığı için üretimi daralan Çin’in 2060 sıfır emisyon taahhüdüyle bu yıl kömür kullanımını 200 milyon ton artırma kararı arasındaki çelişki dikkate değer. Çin’in ABD ile iklim konusunda ortak bir zeminde buluştuğuna ilişkin önceki akşam her iki tarafın yaptığı açıklamalar memnuniyet verici. Çin, global düzeyde sürdürülebilirlik, temiz enerji dönüşümü ve dijital transformasyon yoluyla yeni bir uluslararası ekonomik düzen oluşturma çabalarında liderliği ve meydanı ABD ve AB’ye bırakmaması gerektiğine karar vermiş olabilir.
Son olarak, İngiltere Başbakanı Boris Johnson’un önceki akşam Başkanlık adına bir Konferans Çıktı Taslağı sunması şaşırtıcı gelmedi. 2009 tarihli Kopenhag Zirvesi’nden bu yana uygulanan yönteme başvuruldu. Bu çözüm şekline, Türkiye’nin kendine özgü koşullarının teslim edilmesi ve metne yansıtılması için kendiyle defalarca görüştüğüm Danimarka eski Çevre Bakanı ve dönemin Konferans Başkanı Connie Hedeegard’ın başvurduğunu ancak o günlerde başarılı olamadığını kaydetmek gerek.
Glasgow’da yaklaşık 200 ülkenin BM şemsiyesi altındaki çok taraflı müzakerelerinden her konuda oydaşma çıkmayacağı belliydi. Suudi Arabistan’ın başını çektiği petrol bağımlısı ve fosil yakıt muhibbi ülkelerin toplantı salonlarında ödün vermeyecekleri ortaya çıkmıştı. Gelişmiş ülkelerin finansman sağlama vaatleri de yetersiz kaldı. Şimdi sıra bu hafta sonuna kadar liderler arasında gerçekleştirilecek telefon görüşmeleri, verilecek finansman taahhütleri ve kol bükme faaliyetlerine geldi. Dünya kamuoyunun bu kadar ümit bağladığı, insanlık ve yerküre için ‘uçurumdan önceki son çıkış’ olarak tanımladığı Glasgow Zirvesinin başarısızlıkla sonuçlanmasını beklemiyorum. İngiltere’nin herkesçe bilinen diplomasi ve müzakere yeteneği COP26 kararlarının süreçte mihenk taşı olmasa da önemli bir ileri adım oluşturmasını sağlayacak. ABD, AB ve Çin’in desteği de başarı düzeyinde etkili olacak.
Netice itibariyle, bu küresel meselenin, iklim değişikliğinin ve küresel ısınmanın yol açtığı yıkıcı doğa olaylarının önlenmesinin ötesinde siyasi, jeopolitik ve güvenlik boyutunun bulunduğunu akılda tutmamız ve ulusal politikamızı buna göre yeniden gözden geçirip, tüm paydaşların katkılarıyla, uzun erimli çıkarlarımızı dikkate alarak stratejimizi yeniden belirlememiz gerektiğini düşünüyorum.