Yön veren öğretmenler

Dr. Uğur TANDOĞAN
Dr. Uğur TANDOĞAN NOT DEFTERİ

Tahta bavuldaki hazine

O dönemlerde Merzifon’da lise yoktu. Bu nedenle ağabeyim ortaokulu bitirdikten sonra liseyi Kastamonu’da, Abdurrahmanpaşa Lisesi’nde parasız yatılı okudu. Küçüktüm; Kastamonu’ya gidişini çok iyi hatırlamıyorum. Ama okulu bitirip eve döndüğü günü hatırlıyorum. Giderken götürdüğü bavula ek olarak eve bir büyük tahta bavulla dönmüştü. Annem merakla sormuştu: “Oğlum, ne var bunun içinde?”. Ağabeyim tahta bavulu masanın üstüne koydu. Annem “Ne kadar kirli çamaşır çıkacak?” diye merakla bekliyordu. Benim umudum ise hediye idi. Çünkü her seferinde o mütevazi harçlığı ile bana bir hediye alırdı. Bakalım bu kez bana ne almış diye ben de merakla bekliyordum. Babamın gözlerinde ise bir merak hatırlamıyorum. Sanki bavuldan ne çıkacağını biliyor gibiydi. Ağabeyim bavulu hazine sandığı açar gibi açtı. İçinden çıkanları bavulun yanına sergi açar gibi sıralamaya başladı. Bunlar çoğu aynı boyutta, kapakları renkli kitaplardı. Önce annem konuştu: “Oğlum, ne kadar çok kitap almışsın”. Sonra annelik içgüdüsü ile endişesini dile getirdi: “İnşallah bunları alacağım diye boğazından kısmadın; oralarda sefil kalmadın. Bak, ne kadar zayıfsın”. Ağabeyim minyon tipli idi. Annem bunu, onun yemeğine dikkat etmemesine yorardı. Doğduğu günden beri ağabeyimin beslenmesini dert edinmişti. Babam gülerek söze girdi: “Yok, yok; üzülme sen. Boğazını ihmal etmemiştir. Hem kitap da besin sayılır; zihni besler” diyerek ağabeyimin bavuldan çıkardığı bir kitabı eline alıp sayfalarını karıştırmaya başlamıştı. Bana hediye, diğer bavuldan çıktı.

Varlık yayınları

Varlık Yayınları ile ilk kez öyle tanışmıştım. Henüz ilkokula gitmiyordum, okuma yazma bilmiyordum. Kitapların renkli kapakları ilgimi çekmişti. Saman kâğıda basılı idiler. Daha sonra o kitaplar arasında Milli Eğitim Bakanlığı yayınlarını da görmüştüm. Kapakları renkli değildi. Parlak kuşe kâğıda basılmışlardı. O parlak sayfalara dokunmak bana hep güzel bir his vermiştir. Ancak o parlak kağıta basılmış kitaplar eski dönemlerin misafir odaları gibiydiler. O kitapları elime alınca bir yabancılık hissederdim. Sanki birlikteliğimiz bir misafirlik kadar kısa sürecek gibiydi. O parlaklık, kitabın içeriği ile yazarı ile aramıza bir mesafe koyardı sanki. Okumak için değil de bakmak için basılmış gibiydiler. İlle bir masa başında okumanız, hatta sayfaları elinizdeki beyaz eldivenlerle çevirmeniz gerekir gibiydi. Ama saman kâğıda basılmış Varlık Yayınları kitaplarının okunası bir havası, bir içtenliği vardı. O kitapları evin her köşesinde, sobanın yanında, pencere kenarında, bahçede, dut ağacının tepesinde, ceviz ağacının dibinde okuyabilirdiniz; otobüste, trende okuyabilirdiniz. Bir de o kitapların sizde bağımlılık yapan o mistik kokusu vardır. Kitabı almadan, kavun koklar gibi önce bir koklardım. Buna “saygın bir fetişizm” de diyebilirsiniz.

Arkası yarın seansları

İnsanlarla ilk kaynaşmam da kitaplar sayesinde olmuştur. Uzun kış gecelerinde mahallenin kadıları hemen her gece bir kişinin evinde toplanırlardı. Annem bu gezmelere beni de götürürdü. Sabahçı ve öğlenci diye ikili eğitim olduğundan ders çalışmam için gündüzleri yeterince zamanım olurdu. Akşamları hürdüm. Gittiğimiz evde çocuk yoksa arkadaş yok demekti. O zaman yanıma bir kitap alırdım. Babamın Kitap en iyi arkadaştır; hiç yalnızlık çekmezsin” sözü bana rehber olurdu.

Televizyon denen şey henüz yoktu hayatımızda. Kadınlar için tek eğlence konuşmaktı. Ellerindeki örgüleri örerlerken, ya da “çarşaf bağlarlarken” sohbeti koyulaştırırlardı. Kadınlar sohbet ederken ben de bir köşede kitabımı okurdum. Bir gün mahalledeki teyzelerden biri “Uğur, ne okuyorsan hadi bize de oku” dedi. Hüseyin Rahmi Gülpınar’ın “Kaynanam nasıl kudurdu?” kitabı vardı elimde. Kitabın başına dönüp okumaya başladım. Nasılsa sıkılırlar, bir sayfayı bile bitiremem sanıyordum. Ama herkes sustu ve romanı dinlemeye başladılar. Bu okumam “Arkası yarın programı” gibi diğer geceler de devam etti. Aramıza sonradan katılanlara, kadınlardan biri, geçmişteki okuduklarımızın bir özetini geçiyordu. Bazen diğerleri de “Bak şu da oldu, orayı atladın” diye müdahale ediyordu. Eğer aralarında anlaşmazlık olursa “Uğur söylesin doğrusunu” diyorlardı. Özet faslı bitince benim okumam başlıyordu. Hüseyin Rahmi ile başlayan okuma seanslarımıza daha sonra Reşat Nuri Gültekin’in Çalıkuşu romanı girdi. Ve bu seanslar başka yazarlarla sürdü. Böylece kitaplar sayesinde mahalledeki bütün kadınlarla çok iyi bir iletişimim olmuştu, çok iyi kaynaşmıştım.

Öğretmenler

İlkokul öğretmenim Pakize Çakıroğlu, eğitimin Hipokrat yeminini etmiş birisi idi. Her şeyi, her fırsatı bizlerin eğitimi için kullanırdı. Bizi 4-5 kişilik gruplara ayırmıştı. Aritmetik hariç diğer dersleri grup halinde hazırlanıp biz anlatırdık. Takım çalışmasının ne demek olduğunu o zamandan öğrenmiştim. Ders hazırlarken gerekirse resmi dairelere gidip mülkü amirlerle röportaj görüşürdük. O görüşmeler, medeni cesaretimin geliştirmem için büyük fırsat oldu. Sonra da hazırladığımız dersi sınıfta grup halinde sunardık. Bu sayede sunum becerilerim gelişti. Öğretmen, sunum sonunda grubu alkışlatarak bir değerlendirme de yaptırırdı. Böylece gruplar arasında tatlı bir rekabet de oluşturmuştu. Her şey bizi daha iyi eğitmek içindi.

Pakize Öğretmen bir gün bana Varlık Yayınları’ndan bir şiir kitabı getirmişti. “Bu bayramda törende okumak için buradan bir şiir seç” dedi. Kitaba baktım “Bizde bu kitaptan var Öğretmenim” dedim. Çok memnun olmuştu. “Demek Varlık Yayınları ile tanışmışsın” dedi. Kitabı başka bir arkadaşıma verdi.

Evdeki ortam ve ilkokul öğretmenim sayesinde ortaokula epey kitap okumuş olarak gelmiştim. Ama ortaokulda da şans yine yüzüme güldü. Orada da Mustafa Dönertaş isimli dört dörtlük bir Türkçe Öğretmenim oldu. Edebiyat sofrasının nefis tatlarını bize o tanıştırdı. Anlayarak okumayı, düzgün konuşmayı ve yazmayı onun sayesinde geliştirdim. Türkçe dilbilgisini, kuralları bize bir matematikçi titizliği ile öğretti. Örneğin, çok kapsamlı sözcük çözümlemesi yapardık. Her bir sözcüğü mikroskop altına alır, bir kimyacı gibi analiz eder; kökleri ve ekleri ile soyunu sopunu tanımlardık. Tatillerde kitap okuma ödevi verirdi.

Ağabeyim üniversitede okuyordu. Bir sömestr tatilinde Merzifon’a gelmişti. Elimdeki okuduğum romanı görünce ona Türkçe öğretmenimizden söz ettim. “Çok iyi bir öğretmenimiz var Abi” dedim. “Bizim de Kastamonu’daki edebiyat öğretmenimiz de iyi idi” dedi. Sonra da bana takıldı “Hatta senin öğretmenden de iyi olabilir”. Mustafa Dönertaş’tan daha iyi kim olabilirdi ki? “Kimdi?” diye sordum kıskanarak. “ Edebiyat öğretmenimiz, Rauf Mutluay idi. Tahta bavulda eve getirdiğim kitapları bize o aldırmıştı” dedi. Rauf Mutluay, eleştirmen, deneme yazarı, edebiyat araştırmacısı olarak isim yapmış bir edebiyatçı idi. Evet, ağabeyim haklı idi.

Sonuç

Evdeki kitaplığımın kapalı gözünde neler var diye bakarken Varlık Yayınları’nı gördüm. O çağrışım ile bu yazımı yazdım.

Yazıda sözünü ettiğim ağabeyim ziraat mühendisi oldu. Konusunda iyi bir teknik eleman idi. Ama kuru kuru bir mühendis değildi. Edebiyat, müzik ve tiyatro merakı vardı; bu merakı ölünceye kadar sürdü. Çünkü şanslı idi; eğitim hayatına Rauf Mutluay gibi bir edebiyatçı girmiş, ona “kitaplı yolu” açmış, onu aydınlık bir yörüngeye yerleştirmişti. Ben de kendimi şanslı görürüm; örneğin, Pakize Çakıroğlu gibi bir ilkokul öğretmenim ve Mustafa Dönertaş gibi bir Türkçe öğretmenim olduğu için.

Eminim sizlerin de eğitim hayatınızda iz bırakan, dokunuşları ile sizi şu andaki yörüngenize oturtan, size yön veren öğretmeleriniz olmuştur. Ama böyle öğretmenlerin sayısı azaldı, azalıyor. Çünkü okulu sadece bina olarak gören bir dönemden geçiyoruz. Halbuki eğitim sürecinin en önemli girdisi, öğretmendir. Eğer eğitimi çağdaş bir düzeye getirmek istiyorsak önce iyi öğretmenler yetiştirmeliyiz. Öğretmenliği yeniden saygın ve aranılır bir meslek haline getirmeliyiz. Eğer bir öğretmenin maaşını bir imamdan az yaparsanız, eğitimin cenaze namazını kılmaya hazırlanıyorsunuz demektir. Eğitim ordusunda “ücretli öğretmen” gibi ucube kadrolar yaratırsanız bu ülkenin geleceğine gölge düşürsünüz.

Bir toplumu taşıyacak olan kolonlardan en önemlisi, yetişmiş insan gücüdür; beşeri sermayedir. . Eğitim kurumunun kırılan kolonuna, eğitim kadrosuna değer verilmeli ve kadro nitelik ve nicelik olarak güçlendirilmelidir.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Bir banka ve yalnızlık 09 Temmuz 2024
Bir hatır meselesi 02 Temmuz 2024
Bir yolculuk 21 Mayıs 2024
Bir insanlık borcu 30 Nisan 2024