Bilimin kalıpları yıkılıyor!

Metabolizmada hücreler ve organlar arasındaki iletişimi sağlayan sinyaller üzerinde yaptığı araştırmalarla birçok hastalığın tedavisinde çığır açan buluşlara imza attı. Son buluşu FABKIN hormonuyla yarım milyar diyabetliye umut oldu. Hayali diyabeti bitirmek. Harvard Sabri Ülker Merkezi Başkanı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil, özgür ve esnek bilimin insanlığın kurtuluşu olacağına inanıyor.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME
Bilimin kalıpları yıkılıyor!

Yasemin SALİH 

Dünya yeni bir pandemi dalgasıyla savaşırken, birçok uluslararası yayında öne çıkan buluşa imza attınız. Ekibinizi ve alamet-i farikanızı anlatır mısınız?

Dünya artık değişim safhasını geçti, dönüşüm sürecinde. Biz burada 25-30 kişilik bir ekiple bilimsel araştırmalar yapıyoruz. Bunun dışında pek çok grupla işbirliği içindeyiz. Harvard Sabri Ülker Merkezi’nde 10’dan fazla ülke ve kültürden bilim insanıyla ışıyoruz. Bu, bilimin ayrıcalığı. İnsan çeşitliliğinin verdiği zenginliği kullanabiliyorsunuz. Açık ve özgür bir araştırma alanımız var. Bence en büyük şansımız bu.

Başta diyabet olmak üzere metabolizma sisteminde önemli etkileri olan bir hormon keşfini duyurdunuz. Hikayesini öğrenebilir miyiz?

Sabri Ülke Merkezi’nin temel alanı metabolizmanın moleküler yapısına odaklı çalışmalar. Vücut metabolic dengesini oluştururken, iç-dış etkenlere karşı doğru yanıt verebilmek için organlar arasında pek çok iletişim kuruluyor. Bu iletişim hücreler arasında, dokular arasında, organlar arasında yapılıyor. Biz de yağ dokusunun diğer organlarla iletişimi üzerinde çalışıyorduk uzun süredir. Çünkü enerji yağ hücrelerinde depolanıyor. Vücutta pek çok organ faaliyetlerini enerji durumuna göre ayarladığı için bu çok önemli. Diğer taraftan vücuttaki birçok organın arasındaki iletişimin detayları çok iyi biliniyor ama yağ hücreleriyle organlar arasındaki iletişim çok iyi bilinmiyor. Yağ dokusu enerji rezervini sisteme verirken o enerjinin organlar tarafından nasıl algılanacağı çözülememiş bir soru. Burada yağ dokusu yıkımı çok önemli ancak yıkımının kontrollü olması gerekiyor. Sürekli yıkılırsa vücuda çeşitli zararları oluyor. Örneğin Tip 1 ve Tip 2 diyabetlilerde kontrolsüz yağ yıkımı var. Biz, bu projede “Yağ yıkımıyla birlikte hangi sinyal diğer organlara gidiyor, nasıl iletişim kuruluyor ve hastalığa nasıl katkıda bulunuyor” sorularının yanıtını aradık.

Bunun ilk ipuçlarını 10 yıl önce yakalamıştık. Yani bu buluşun 10 yıldan uzun süren bir hikayesi var. Bu çalışmalar sırasında yağ asitlerini birbirine bağlayan bir protein bulduk. FABP4 ismindeki bu protein yağ yıkımında salgılanan ilk protein tabiatındaki sinyal. Ama bu protein ne işe yarıyor, nasıl çalışıyor? Bunu ortaya çıkarmak için de o proteinin olmadığı durumdaki etkileri görmek istedik. Karşımıza ilginç bir tablo çıktı. FABP4 proteini olmadığında pankreastaki beta hücrelerinin arttığını gözümüzle bile gördük. Bu büyük bir ampul yaktı. Bu etkinin mekanizmalarını ararken de FABKIN hormonunu bulduk. FABKIN, çok ilginç bir hormon. FABP4, kana girdikten sonra iki proteini daha yanına alıyor, tabir yerindeyse bir çete kuruyor. Bu üçlü FABKIN kompleksini yaptıktan sonra enerji ünitelerini düzenleyip sinyali oluşturuyor.

Peki, yağ yıkılırken oluşan bu sinyal ne diyor?

Kontrolsüz yağ yıkımında oluşan bu çete, sistemde devamlı kaldığında insülini baskılıyor, beta hücrelerini dejenere ederek insülin yetersizliğine neden oluyor. Biz bunu da engellemek için bir ilaç prototipi geliştirdik. Bu ilaç işte bu çeteyi dağıtıyor. Tip 1 ve 2 diyabet’de FABKIN proteinleri çok yüksek olduğu için bu düzeylerin normale döndürülmesi ile fonksiyon kaybını ve dolayısı ile diyabet gelişimini de engelleriz diye düşündük.

Diğer hastalıkların tedavisinde de kullanılabilir mi FABKIN?

Şu anda elimizde bazı ipuçları var ve büyük olasılıkla etkileyeceğini düşünüyorum. Örneğin polikistik over hastalığında da benzer süreçler gözleniyor. Metabolik hastalıklar kümeler halinde oluşuyorlar. FABKIN’in de bu kümeleşmeye zemin hazırladığını öngörüyoruz. Bu, karaciğer yağlanması, solunum ve kalp-damar hastalıklarında da geçerli olabilir. Yani metabolizmayı ilgilendiren pek çok hastalığın tedavisinde önemli bir yol göstereceğini düşünüyoruz.

Salgında enfeksiyonlar, virüs sağlık sistemlerinde öne çıktı. Sizce gelecekte hangi sağlık sorunlarına yoğunlaşacağız?

Enfeksiyon hastalıkları, her zaman olduğu gibi önemini koruyacak. Bu tarih boyunca böyle oldu. Öte yandan kronik hastalıkların da külfeti çok ağır ve bu önceliğini sürdürecek. Dünyada yarım milyar insan diyabetli. Bu metabolizma hastalıklarından sadece biri. Türkiye’nin diyabette karnesinin çok iyi olduğunu söyleyemeyiz. Metabolizma ile enfeksiyona yatkınlık ve ölüm riski arasındaki bağlantı çok güçlü. O nedenle gelecekte metabolizma hastalıklarının, artan enfeksiyonlarla daha da öne çıkacağına inanıyorum. Bir de ruh sağlığı ve sinir sistemi meselesini sayabiliriz.

Ruh sağlığı neden global bir problem olarak görülüyor?

İnsanların yaşam tarzlarıyla ilgili dönüşüm ruh sağlığıyla uyumlu değil. Hızla büyüyen bir sorun var ve dünyanın hiçbir yerinde bu ihtiyaca cevap verecek yeterli sistemler yok. Uzmanlardan ilaca, hastaneden sigorta sistemine kadar açık olan bir alan. Sistemin müthiş eksikleri var ve bunun üzerine acilen gidilmesi hayati bir konu bence.

Peki, bu FABKIN, beyinle de iletişim kuruyor mu? Sizin hormon, beyin sağlığıyla ilgili tedavilerde de fayda sağlar mı?

Bu çok iyi bir bakış açısı. Böyle bir bilgi yok ama elbette olabilir. Vücutta en fazla yağ içeren organ beyin. FABKIN’in bir parçası ve onun da kardeşleri beynin çeşitli hücrelerinde bulunuyorlar, üstelik ana işlevleri bilinmiyor. Beyin üzerinde çalışan çok bilim insanı var. Elimizdeki bilgileri onlarla da paylaşıyoruz. Elbette FABKIN’ın bu süreçte etkisi olabilir.

Sabri Ülker Center’da ekibinizle gündeminizde başka neler var? Sıradaki buluş neyle ilgili olacak?

Öncelikle FABKIN’i insanlara uygulanabilir hale getirmeye odaklandık. Belki de diyabeti bu sayede engelleme ve tedavi etme imkanımız var ve bu konuda işbirlikleri içerisindeyiz. Ama elbette tüm enerjimizi buna ayırmış değiliz. Önümüzde, yakın zamanda açıklayabileceğimiz üç önemli çalışma daha var. Birincisi karaciğer hastalıklarıyla ilgili. Karaciğerde hücre içindeki moleküler mimarinin nasıl kurulduğunu ve metabolizmayı nasıl yönettiğini ortaya çıkaran teknolojiler üzerinde çalışıyoruz. İkinci olarak astım diyebilirim. Ama şişmanlıktaki astım üzerinde yoğunlaştık. Çünkü normal astım tedavileri, şişmanlık astımında etkili olamıyor. Bunun nedenleri, şişmanlık astımındaki moleküler mekanizmaların çok farklı olması ve bununla ilgili elimizde önemli ipuçları bulunması. Üçüncüsü de evet, herkes gibi biz de COVID üzerinde çalışıyoruz. Virüsün yaşam döngüsünde, konağın metabolizması önemli. Demek ki virüsün de konağın metabolik yollarına ihtiyacı var. Bunu anlamaya çalışıyoruz ve tedaviyi de etkileyeceğini düşünüyoruz.

Bilimin kalıpları yıkılıyor! - Resim : 1

BİLİMİN YENİ NESİL DESTEK MODELİNE İHTİYACI VAR

Salgınla birlikte bilimsel araştırmaların önemi, kıymeti de arttı. Peki bilim ekosistemi ne durumda?

Bilim insanları olarak hepimizin çalışmaları fonlarla yaşıyor. Bu fonlar altı aydan iki yıla kadar sürebiliyor ve tabi bunlar için sürekli başvurular yapmanız, yarışmanız gerekiyor. Eğer sonuçta bir makale, yayın, atıf ile ölçülen gelişmeler olursa destek devam edebiliyor. Ancak bu fonlama döngüsü içinde büyük bir bilimsel araştırmayı, önemli ve zor bir sorunu çözmenize imkan yok. Hem uzun süreli projeleri sürdürmek hem de ekiplerin devamlılığını sağlamak için. Bu döngüde 25 yıl yaşadık. Sabri Ülker Merkezi’nin kurulmuş olması bizler için büyük bir ayrıcalık ve projelerimizin duraksama olmadan ilerlemesini, çetin sorulara cevap aramamızı mümkün kılıyor. Bu, gerçekten çok vizyoner bir yaklaşım. Hem ülkemiz hem de bilim adına büyük bir hareket. Biz burada hem sıra dışı fikirler üzerinde çalışıyoruz hem de yeni nesil bilim insanlarını yetiştirecek, ilham veren sistemlerin hayata geçirilmesini hedefliyoruz. Bunun için Ülker ailesine ve Vakfına minnettarım. Özellikle pandemiyle birlikte böyle modellerin çağdaş bilim için ne kadar kritik olduğu ortaya çıktı. Bilimin artık daha yaratıcı, yeni nesil bir uygulama ve destek sistemine ihtiyacı var. Eski model artık bilim insanlarını, özellikle genç kuşağı rahatsız ediyor. Bilimin herkese açık yürütüldüğünde işbirliği yapıldığında, yoğun fonlama söz konusu olduğunda nasıl muazzam sonuçlar verebildiğini herkes gördü. Bilim, belki de insanlık tarihinin en müthiş performansını pandemide ortaya koydu. Bundan sonra da araştırma sistemleri değişecektir. Ama ne yazık ki pek çok üniversite hala bunun farkında değil.

YENİ KUŞAK BİLİM İNSANLARINA KULAK VERMEK GEREK!

Nasıl yani, en çok üniversiteler farkında olmamalı mı?

Müthiş bir dönüşümden bahsediyoruz. Bu ortamda uyanışın da çok hızlı olması gerekir. Üniversitelerin kendilerini pozisyonlamaları değişmeli. Akademisyenin hayatı her yerde çok zor. Özellikle genç kuşak artık başka modellerle çalışmak istiyor. Sadece bilime zaman ayırmak ve yaratıcı çağlarını en etkin şekilde, güvenli ve özgür geçirmek istiyorlar. Benim kuşağımdaki akademisyenlerin kariyerlerinin önemli bir kısmı bilim dışı işlerle geçti. Fonlar, raporlar, regülasyonlar, protokoller, editörler, hakemler vs ile bitmeyen bir mücadele… Yeni kuşak ise bunları anlamsız buluyor. Arayış içindeler. Buna yanıt veren kuruluşlar var. Yeni enstitüler, merkezler kuruluyor. Filantropi ile üniversite bir araya geliyor. Bu gençlere alan yaratıyorlar. Gençleri özgür bırakıyorlar. Uygulamaya geçiş yollarını açık tutuyorlar. Sabri Ülker Merkezi bu yeni modeli pandemiden çok önce görüp başlamıştı. Biz bilim insanlarının, hepimizin saplantısı; hayatımız sona ermeden insanların yaşamına dokunabilecek bir şey bırakabilmek. Önümüzdeki dönemde, bazı katı kurallar esnekleşmesi ile, bilimsel açıdan daha paylaşımcı, özgür ve uygulamayı destekleyen bir döneme giriyoruz. Bu da iyi bir şey.

TÜRKİYE BİLİM DİASPORASIYLA İYİ BAĞ KURMALI

Bilimde beyin göçü, gelişmekte olan ülkelerin problemi olarak görülüyor. Siz tabloyu nasıl görüyorsunuz?

Bilim evrenseldir. Ulusal ve evrensel birbirinin alternatifi veya düşmanı değildir bilimde. Tam tersi ikisi bir arada yürümeli. Bu nedenle beyin göçü değil beyin dolaşımı olarak görüyorum. Bana göre bilim insanları serbestçe dolaşmalılar, hatta ben bilim insanlarına vize bile uygulanmamalı diye düşünüyorum. Bu dolaşım, aslında gelişmekte olan ülkeler için de sağlıklı. O ülkedeki bilimi de besliyor ama… Ta ki bu belli bir eşiği geçene veya o ülke, bilim diasporasından istifade edemeyene kadar. Diaspora, anayurt ile bağlantı kuramıyorsa ve ülkedeki kritik kütle korunamaz ise artık beyin yıkımı olur. Türkiye için de böyle bir tehlikenin ortaya çıkmaması için. bunu dikkatle izlemek ve bazı uygulamaları hayata geçirmek gerekiyor. Türkiye’nin yaşam bilimleri ve mühendislikte çok güçlü bir diasporası oluşmaya başladı. Gençler muazzam işler yapıyor. Biz de Sabri Ülker Merkezi olarak bu gençleri takip ediyoruz, teşvik ve destek vermeye çalışıyoruz. Gelişen bu diasporayı Türkiye ile angaje etmekte başarılı olmak zorundayız. Diaspora ile Türkiye’deki bilim insanları arasında güçlü köprüler kurulmalı, akışkan ve yoğun bir trafik olmalı. Bunun için de güçlü, bağımsız bir çatı ve fonlama yapısı olmalı. Ayrıca bilim insanlarının sağlıklı çalışabilmeleri için özgür ortam yaratılmalı. Bilim insanları güven içinde olmalı (ekonomik sorunlar ve gelecek kaygıları yaşamamalı) ve üçüncü olarak da bilimsel çalışmaların uygulamaya geçiş yolları açık olmalı, yeterli düzeyde fonlanmalı.

Sağlık